Türkiye'de Kalıcı Organik Kirleticilerin (KOK) Çevre ve İnsan Sağlığı Üzerine Etekileri ve Çözüm Yolları için Sürdürülebilir Uygulamalar

ÖNSÖZ

Kalıcı Organik Kirleticiler (KOK) insan sağlığı ve çevreye dünya çapında tehlike arz eden kimyasallardır. Kimyasal yapıları gereği uzun yıllar bozulmadan kalabilen ve ister üretilsin ister üretilmesin dünyanın hemen hemen her bölgesinde görülen bu kimyasallar, anne sütünden günlük tüketilen gıda maddelerine kadar birçok yağ doku içeren yapılarda birikim yapmaları sebebiyle küresel önlemler alınarak bertaraf edilmeye çalışılmaktadır.

Bu bağlamda, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yıllarca kullanılmış olan bu kimyasalların etkin yönetimine ilişkin yapılmış ve yapılması gereken önlemler bu çalışmada ele alınacaktır. Bu çalışmanın amacı, kalıcı organik kirleticilerin insan sağlığı ve çevreye olan etkilerinin ele alınıp bu kimyasalların yönetimine ilişkin dünyada, özellikle Avrupa Birliği’nde (AB) ve Türkiye’de yapılan ve yapılması gereken uygulamaları ele almaktır.

Türkiye’nin Stockholm Anlaşmasına dahil olmasından sonra yükümlülükleri hakkında temel bilgiler verip sürdürülebilir çözüm önerileri getirmeye çalışılmıştır.

ÖZ

Son yıllarda küresel düzeyde ele alınan kalıcı organik kirleticiler, farklı seviyelerde, fotolitik, biyolojik ve kimyasal bozulmaya dayanıklı organik maddeler olarak ifade edilebilmektedir. Bu organik yapıların en ayırt edici özellikleri ise yağda sudakinden çok daha yüksek oranlarda çözünmeleri sonucu yağ dokularda birikme yapmalarıdır. KOKların bir diğer özellikleri ise birikme yapmadan önce yarı-uçucu özellikleri sayesinde atmosferde uzun mesafeler katedebilmeleridir. Doğal ve antropojenik kaynaklardan elde edilebilen KOK’lar, DDT, dieldrin, toksafen ve klordan gibi organoklorinli böcek öldürücüler ve poliklorinli bifeniller (PCB), dioksin ve furanlar gibi sanayi kimyasalları ya da yan ürünlerinden oluşmaktadır.  Birçoğu dünyada yüksek miktarlarda kullanılmış ya da kullanılmaya devam edilmekte olan bu maddeler kalıcılık özellikleri nedeniyle biyobirikim yapmakta ve besin zincirinde üst seviyelerde daha yüksek konsantrasyonlara ulaşmaktadır. Sanayi kimyasalı olan PCB’ler, örneğin, doğada çok uzun yıllar kalabilmektedir ve bunun sonucu olarak da doğadaki biyokonsantrasyonları 70.000 faktöriyellerle ifade edilmektedir.

Kalıcı Organik Kirleticilerin en bilinen özelliklerinden birisi de yarı-uçuculuktur; bu fizikokimyasal özellik sayesinde bu maddelerin atmosferde gas halinde ya da atmosferdeki partiküller tarafondan adsorplanmış olarak uzun menzilli taşınması gerçekleşmektedir. Bu kimyasalların yarı-uçuculuk özelliği ile kalıcılık özelliği bir araya gelince, bu maddelere kısıtlı alanlarda kullanılmış olmalarına rağmen dünyanın sanayileşmiş ya da sanayileşmemiş, şehir ya da kırsal, az ya da çok nüfuslu her yerinde ve her türlü iklim bölgesi ve coğrafi yapıda rastlamak mümkün olmuştur.  Açık okyanuslar, çöller, buzullar gibi hiçbir yerel kaynağın bulunmadığı yerlerde bu kimyasallara rastlanmasının açıklaması dünyanın diğer bölgelerinden bu kimyasalların uzun menzilli taşınmasıdır.

İnsanların bu KOK’larla maruziyeti, direkt temas, mesleki kazalar ve çevre yoluyla olmaktadır. Kısa süreli ancak yüksek konsantrasyonda KOK maruziyeti hastalık ya da ölümle sonuçlanabilmektedir. Kronik KOK maruziyeti ise insan sağlığı ve çevreye yönelik yan etkilere yol açabilmektedir.

Yapılan laboratuar ve çevresel etki çalışmaları sonucunda KOKların memelilerde doğuştan gelen kusur ve sakatlıklara, çeşitli kanserlere, bağışıklık sistemi işlevsizlikleri ile üreme sistemi bozukluklarına, insanlarda doğuştan gelen kusurlarda artışa, kısırlık sorunlarına, hastalıklara daha kolay yakalanabilmeye, zeka düzeyinde düşüşe, endokrinolojik sistemlerde bozukluklara ve bazı kanser türlerine yol açabildiğine işaret etmektedir. İnsan sağlığı açısından en temel kaygı ise, KOK’lara ceninin gelişme sürecinde maruz kalınmasından kaynaklanan etkilerdir. 

 

Makalenin tamamını edinmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki formu doldurunuz. 

Bilgi Formu

ÖNSÖZ

Kalıcı Organik Kirleticiler (KOK) insan sağlığı ve çevreye dünya çapında tehlike arz eden kimyasallardır. Kimyasal yapıları gereği uzun yıllar bozulmadan kalabilen ve ister üretilsin ister üretilmesin dünyanın hemen hemen her bölgesinde görülen bu kimyasallar, anne sütünden günlük tüketilen gıda maddelerine kadar birçok yağ doku içeren yapılarda birikim yapmaları sebebiyle küresel önlemler alınarak bertaraf edilmeye çalışılmaktadır.

Bu bağlamda, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yıllarca kullanılmış olan bu kimyasalların etkin yönetimine ilişkin yapılmış ve yapılması gereken önlemler bu çalışmada ele alınacaktır. Bu çalışmanın amacı, kalıcı organik kirleticilerin insan sağlığı ve çevreye olan etkilerinin ele alınıp bu kimyasalların yönetimine ilişkin dünyada, özellikle Avrupa Birliği’nde (AB) ve Türkiye’de yapılan ve yapılması gereken uygulamaları ele almaktır.

Türkiye’nin Stockholm Anlaşmasına dahil olmasından sonra yükümlülükleri hakkında temel bilgiler verip sürdürülebilir çözüm önerileri getirmeye çalışılmıştır.

ÖZ

Son yıllarda küresel düzeyde ele alınan kalıcı organik kirleticiler, farklı seviyelerde, fotolitik, biyolojik ve kimyasal bozulmaya dayanıklı organik maddeler olarak ifade edilebilmektedir. Bu organik yapıların en ayırt edici özellikleri ise yağda sudakinden çok daha yüksek oranlarda çözünmeleri sonucu yağ dokularda birikme yapmalarıdır. KOKların bir diğer özellikleri ise birikme yapmadan önce yarı-uçucu özellikleri sayesinde atmosferde uzun mesafeler katedebilmeleridir. Doğal ve antropojenik kaynaklardan elde edilebilen KOK’lar, DDT, dieldrin, toksafen ve klordan gibi organoklorinli böcek öldürücüler ve poliklorinli bifeniller (PCB), dioksin ve furanlar gibi sanayi kimyasalları ya da yan ürünlerinden oluşmaktadır.  Birçoğu dünyada yüksek miktarlarda kullanılmış ya da kullanılmaya devam edilmekte olan bu maddeler kalıcılık özellikleri nedeniyle biyobirikim yapmakta ve besin zincirinde üst seviyelerde daha yüksek konsantrasyonlara ulaşmaktadır. Sanayi kimyasalı olan PCB’ler, örneğin, doğada çok uzun yıllar kalabilmektedir ve bunun sonucu olarak da doğadaki biyokonsantrasyonları 70.000 faktöriyellerle ifade edilmektedir.

Kalıcı Organik Kirleticilerin en bilinen özelliklerinden birisi de yarı-uçuculuktur; bu fizikokimyasal özellik sayesinde bu maddelerin atmosferde gas halinde ya da atmosferdeki partiküller tarafondan adsorplanmış olarak uzun menzilli taşınması gerçekleşmektedir. Bu kimyasalların yarı-uçuculuk özelliği ile kalıcılık özelliği bir araya gelince, bu maddelere kısıtlı alanlarda kullanılmış olmalarına rağmen dünyanın sanayileşmiş ya da sanayileşmemiş, şehir ya da kırsal, az ya da çok nüfuslu her yerinde ve her türlü iklim bölgesi ve coğrafi yapıda rastlamak mümkün olmuştur.  Açık okyanuslar, çöller, buzullar gibi hiçbir yerel kaynağın bulunmadığı yerlerde bu kimyasallara rastlanmasının açıklaması dünyanın diğer bölgelerinden bu kimyasalların uzun menzilli taşınmasıdır.

İnsanların bu KOK’larla maruziyeti, direkt temas, mesleki kazalar ve çevre yoluyla olmaktadır. Kısa süreli ancak yüksek konsantrasyonda KOK maruziyeti hastalık ya da ölümle sonuçlanabilmektedir. Kronik KOK maruziyeti ise insan sağlığı ve çevreye yönelik yan etkilere yol açabilmektedir.

Yapılan laboratuar ve çevresel etki çalışmaları sonucunda KOKların memelilerde doğuştan gelen kusur ve sakatlıklara, çeşitli kanserlere, bağışıklık sistemi işlevsizlikleri ile üreme sistemi bozukluklarına, insanlarda doğuştan gelen kusurlarda artışa, kısırlık sorunlarına, hastalıklara daha kolay yakalanabilmeye, zeka düzeyinde düşüşe, endokrinolojik sistemlerde bozukluklara ve bazı kanser türlerine yol açabildiğine işaret etmektedir. İnsan sağlığı açısından en temel kaygı ise, KOK’lara ceninin gelişme sürecinde maruz kalınmasından kaynaklanan etkilerdir. 

ABSTRACT

Persistent organic pollutants (POPs) that are globally concerned in recent years are organic compounds that resist photolytic, biological and chemical degradation. These organic compounds are characterized by low water solubility and high lipid solubility, leading to their bioaccumulation in fatty tissues. One of the properties of POPs is their ability to move long distances in the atmosphere before deposition due to their semi-volatility. Existing in both natural and anthropogenic resources, POPs include organochlorine insecticides such as DDT, dieldrin, toxaphene and chlordane and industrial chemical products or byproducts including polychlorinated biphenyls (PCBs), dibenzo-p-dioxans (dioxins) and dibenzo-p-furans (furans). Many of these compounds have been or continue to be used in large quantities and, due to their environmental persistence, have the ability to bioaccumulate and biomagnify. Some of these compounds such as PCBs, may persist in the environment for periods of years and may bioconcentrate by factors of up to 70,000 fold.

Persistent organic pollutants also are known for their semi-volatility; that this physicochemical characteristic permits these compounds to long-range transport through the atmosphere either occurring in the vapour phase or adsorbed on atmospheric particles. When persistence coupled with semi-volatility,  these compounds have been seen all over the world in every major climatic zone and geographic sector and in regions where they have never been used such as detected in both industrialized and non-industrialized, in urban and rural localities, and in densely populated areas and in those that are rarely inhabited. The open oceans, the deserts, the Arctic, where no significant local sources exist and the only reasonable explanation for their presence is long-range transport from other parts of the globe.

Humans can be exposed to POPs through the direct exposure, occupational accidents and the environment. Short-term exposures to high concentrations of POPs may result in illness and death. Chronic exposure to POPs may also be associated with a wide range of adverse health and environmental effects.

Laboratory investigations and environmental impact studies have provided that they can cause birth defects, various cancers, immune system, dysfunction and reproductive problems in mammals, increasing rates of birth defects, fertility problems, greater susceptibility to disease, diminished intelligence disrupting endocrine systems and some types of cancers in humans. The major concern for human health is the effect of exposure to POPs on developing fetus.

İçindekiler

ABSTRACT.. v

  1. GİRİŞ. 11
  2. KOK KİMYASI VE TOKSİKOLOJİSİ. 12

2.1 KOK Kimyası 12

2.2 KOK Toksikolojisi 16

2.2.1 Çevre ile Etkileşimi 16

2.2.2 İnsan sağlığı ile ilgili etkileşimi 18

2.3 Kalıcı Organik Kirleticilere İlişkin Stockholm Sözleşmesi 20

2.3.1 Sözleşme Tarihçesi 20

2.3.2 Bölgesel Merkezler 21

  1. BİLİNEN KALICI ORGANİK KİRLETİCİLER.. 22

3.1 Aldrin. 23

3.1.1 Aldrin Kimyası 23

3.1.2 Aldrin Toksikolojisi 24

3.1.3 Aldrin Maruziyetİ. 25

3.2 Klordan. 26

3.2.1 Klordan Kimyası 26

3.2.2 Klordan Toksikolojisi 26

3.2.3 Klordan Maruziyetİ. 27

3.3 DDT. 29

3.3.1 DDT Kimyası 29

3.3.2 DDT Toksikolojisi 29

3.3.3 DDT Maruziyetİ. 31

3.4 Dieldrin. 32

3.4.1 Dieldrin Kimyası 32

3.4.2 Dieldrin Toksikolojisi 32

3.4.3 Dieldrin Maruziyet 34

3.5 Poliklorlu Dibenzo-P-Dioksin ve Furanlar 34

3.5.1 Poliklorlu Dibenzo-P-Dioksin ve Furanlar Kimyası 34

3.5.2 Poliklorlu Dibenzo-P-Dioksin ve Furanlar Toksikolojisi 35

3.5.3 Poliklorlu Dibenzo-P-Dioksin ve Furanlar Maruziyetİ. 36

3.6 Endrin. 36

3.6.1 Endrin Kimyası 36

3.6.2 Endrin Kimyasal özellikleri 37

3.6.3 Endrin Toksikolojisi 37

3.6.4 Endrin Maruziyetİ. 38

3.7 Heksaklorobenzen (HCB) 38

3.7.1 Heksaklorobenzen (HCB)Kimyası 38

3.7.2 Heksaklorobenzen (HCB)Toksikolojisi 38

3.7.3 Heksaklorobenzen (HCB)Maruziyetİ. 39

3.8 Heptaklor 39

3.8.1 Heptaklor Kimyası 39

3.8.2 Heptaklor Toksikolojisi 40

3.8.3 Heptaklor Maruziyetİ. 40

3.9 Mireks. 41

3.9.1 Mireks Kimyası 41

3.9.2 Mireks Toksikolojisi 41

3.9.3 Mireks Maruziyetİ. 42

3.10 Poliklorlu Bifeniller 42

3.10.1 Poliklorlu Bifeniller Kimyası 42

3.10.2 Poliklorlu Bifeniller Toksikolojisi 42

3.10.3 Poliklorlu Bifeniller Maruziyeti 43

3.11 Toksafen. 43

3.11.1 Toksafen Kimyası 43

3.11.2 Toksafen Toksikolojisi 43

3.11.3 Toksafen Maruziyeti 44

  1. ARAŞTIRMA.. 45

4.1 Araştırmanın Amacı ve Önemi 45

4.2 Araştırmanın Kapsamı ve Sınırlılıkları 45

4.3 Araştırma Süreci 45

SONUÇ.. 46

KAYNAKÇA.. 48 

 

KISALTMALAR

DDT               : Diklor-Difenil-Trikloretan

 

KOK              : Kalıcı Organik Kirleticiler

 

PCB                : Poliklorlubifenil

 

AB                  : Avrupa Birliği

 

EPA                : ABD Çevre Koruma Ajansı

 

WHO                  : Dünya Sağlık Örgütü

 

UNEP             : Birleşmiş Milletler Çevre Programı

 

POPs              : Persistent Organic Pollutants

 

HCB               : Heksaklorobenzen

 

PVC               : PolivinilKlorür

 

DDE               : DiklorDifenildikloretilen

 

TCDD            : TetraKlorDibenzodioksin

 

DBCP             : DiBromKlorPropan


 

 

 

ŞEKİL LİSTESİ

                                                                                                                                                                                  Sayfa

Şekil 1.1 : Bir kimyasalın KOK kabul edilmesi için gerekli şartlar 12

 

TABLO

Sayfa

Tablo 2.1 KOK’ların belirli bölgelerdeki konsantrasyonlarına ilişkin veriler 16

 

  1. GİRİŞ

Bir kimyasalın doğadaki döngüsü ve davranışı o kimyasalın fiziksel ve kimyasal özellikleri ile, bu özellikler ise o molekülün yapısı ve içerdiği atomların özellikleri ile belirlenir. Molekülün yapısına bağlı olarak fiziksel ve kimyasal özellikler çok geniş değer aralıklarında bulunabilirler. Örneğin, bazı maddeler çok az kalıcılık ve çok düşük toksisite ve mobiliteye sahip olabilirler. Bir kimyasalın maruziyet riski kimyasalın kalıcılığı ne kadar düşükse o kadar azdır. Ayrıca, bir kimyasalın mobilitesi ne kadar az olursa, o kadar kısıtlı alanda risk taşır. Bu nedenle yukarıda bahsedilen kimyasallar düşük maruziyet durumlarında insan hayatı ve çevreye karşı herhangi bir risk ihtiva etmeyebilirler. Diğer taraftan, kimyasallar yukarıda bahsi geçenin tam tersi özelliklerde olan yüksek kalıcılık, yüksek toksisite ve mobiliteye sahip olabilirler. Ancak bu çok az görülen bir durum olup bu gruba giren kimyasallar, kalıcı organik kirleticiler (KOKlar) olarak adlandırılırlar. (Şekil 1.1)

Kalıcı Organik Kirleticiler ayrıca, Kalıcı Biyobirikimli ve Toksik Kimyasallar (KBTK), Kalıcı Toksik Kimyasallar (KTK), Kalıcı Çevresel Kirleticiler (KÇK) gibi çeşitli eş anlamlı kullanımlarla da ifade edilmiş olup, bu çalışmada da kullanılacak olan, en yaygın ve geçerli adlandırma ise Kalıcı Organik Kirleticiler (KOK)’dir. Daha dar bir ifadeyle, kalıcı organik kirleticilerden bahsederken, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından 2001 yılında

Şekil 1.1 : Bir kimyasalın KOK kabul edilmesi için gerekli şartlar

yürürlüğe konulan Kalıcı Organik Kirleticilere İlişkin Stockholm Sözleşmesi kapsamında yer alan 12 KOK’tan bahsedilmektedir[1]. Bu KOK’ların on tanesi istenerek üretilen sanayi kimyasalları ve bitki koruma ürünleri olup diğer iki tanesi ise kasıtsız üretilen yan ürünlerdir. Bu çalışma kapsamında, bu oniki KOK’a ek olarak, Stockholm Sözleşmesi’nin Mayıs 2009’da gerçekleştirilen Stockholm Sözleşmesi’nin amacı, kalıcı organik kirleticilerin insan sağlığı ve çevreye olan etkilerini en aza indirmektir. Sözleşmenin hazırlık çalışmaları UNEP tarafından Mayıs 1995’te başlatılmış olup, sözleşme Mayıs 2001’de yürürlüğe girmiştir. Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden itibaren AB’de de bir dizi çalışmalar yürütümüş olup KOK’lara ilişkin bir AB Mevzuatı 2005 yılında POPs Tüzüğü adı altında yürürlüğe girmiştir. Türkiye’de ise Stockholm Sözleşmesi kapsamındaki KOK’ların birçoğu, özellikle bitki koruma ürünleri, peyderpey yasaklanmış ya da kısıtlanmıştır. Bunlara ek olarak, şu anda Stockholm Sözleşmesi’ne taraf olan Türkiye, KOK’ların bertarafına ilişkin gerekli yasal mevzuatı oluşturmak amacıyla alt yapı çalışmalarına devam etmektedir.

  1. KOK KİMYASI VE TOKSİKOLOJİSİ
    • KOK Kimyası

Kalıcı organik kirleticiler daha önce yapılmış olan tanımda da belirtildiği gibi, biyolojik, fotolitik ve kimyasal bozunmaya karşı yüksek direnme gücüne sahip organik bileşikler olarak tanımlanmaktadır. KOK’lar genellikle halojenli ya da klorlu bileşiklerdir. Karbon-klor bağı hidrolize karşı çok dayanıklıdır ve bir organik yapıda ne kadar fazla klorin ya da klorinli fonksiyonel grup bulunursa o yapı biyolojik ve fotolitik bozunmaya karşı o kadar dayanıklı olduğu bilinmektedir (Kannan, 1988). Bunun yanında, klorun benzen halkası ve türevlerine yapacağı bağ, alifatik organik yapılarla yapacağı bağdan daha kuvvetlidir. Bunun sonucu olarak, klorlu KOK olarak bilinen organik bileşiklerin bilinen bir özelliği zincirli ya da dallanmış zincirli halka yapılardan oluşmalarıdır.

Yüksek derecede halojenli yapılardan oluşmaları sebebiyle, KOK’lar, biyolojik zarların fosfolipid yapılarından kolayca geçebilme ve yağ dokularda birikim yapabilme imkanı sağlayan düşük suda çözünürlük ve yüksek yağda çözünürlük özelliği taşımaktadırlar (Swain, 1992). Çok klorlu bifenillerin, az klorlu bifenillere göre daha dayanıklı olması, metabolizma ve birikimin klor miktarıyla ilgili olduğunu göstermektedir. Örneğin, beş ya da daha fazla brom içeren bromlu bifeniller, klorlu bifenillerden daha düşük derecelerde, ayrıca yüksek klorlu bifeniller ise düşük klorlu bifenillere göre daha yüksek derecelerde birikim yaparlar (Peterson and Gainey, 1979).

Kalıcı organik kirleticiler, halojenli hidrokarbonlar sınıfında yer almaktadır ve bu grubun en önemli üyeleri organoklorinlerdir. Organoklorinlerden en bilinenleri ise dioksinler, furanlar, PCB’ler, heksaklorobenzen, mireks, toksafen, heptaklor, klordan ve DDT’dir. Bu maddeler düşük suda çözünürlük ve yüksek yağda çözünürlüktedir ve çevreye yayıldıktan sonra, çevresel kalıcılık, uzun yarı ömür ve organizmalarda ve besin zincirindeki birikimleri nedeniyle uzun yıllar kaybolmadan kalabilmektedir.

Bazı organoklorinler doğal kaynaklardan elde edilse de, birçoğu organik kimyasalların üretimi, kullanımı ya da depolanması sonucu antropojenik kaynaklardan elde edilmektedir. Bunun yanında, dioksin ve furanlar ayrı bir yere sahip olup, bu kimyasallar antropojenik ya da antropojenik olmayan kaynaklardan üretim ya da yakma esnasında istenmeden ortaya çıkan kimyasallardır.
Kalıcı organik kirleticiler, doğaları gereği yarı-uçucu özellik gösteren ve bu sayede de uzun menzilli taşınım yapan kimyasallardır (Barrie, 1992). Bu sebeple, bu maddeler atmosferi birinci dereceden taşınma ortamı olarak kullanarak çok uzak mesafelere taşınabilmektedir. Uçuculuk, bu maddelerin pestisit olarak kullanılmaları durumunda bitki ya da toprak yüzeyinde gerçekleşmektedir (Scholtz, 1993; Benjey, 1993). Toprakta tuzaklanan bu tür maddeler, nihai olarak ya başka bir yere uçmaktadır ya da kimyasal veya biyolojik bozunmaya maruz kalmaktadır. Fakat bu işlemin meydana gelmesi sıcaklık ve buhar basıncı başta olmak üzere birçok hava şartına bağlıdır (Scholtz ve Voldner, 1992). Halojenli, özellikle klorlu, organik maddeler, günümüz toplumunun vazgeçilmez birer parçası olmuştur. Bu maddeler, kimya sanayinde polivinilklorürlerden (PVC) (yıllık milyon ton civarında üretim) solventlere (birkaç yüzbin ton), pestisitlerden (onbinlerce ton) özel kimyasallar ve farmasötik ilaçlara (binlerce kilo) kadar çok geniş bir ürün yelpazesinde üretilmektedir. Buna ek olarak, kimya sanayinin üretimi bazı durumlarda klorlu dioksinler gibi istenmeden üretilen, kalıcı ve kolay kolay bozunmayan yan ürünlerin ve salımların da ortaya çıkmasına neden olabilmektedir.

Yukarıda da belirtildiği gibi, klorlu organik maddeler çok geniş bir fizikokimyasal özellik gösterebilmektedir. Bunun sonucu olarak, çevresel ortamlarda, bu organik klorinler mikrobik, kimyasal ve fotokimyasal prosesler aracılığıyla dönüşüm geçirebilmektedirler. Bu çevresel dönüşümlerin verimliliği büyük ölçüde kimyasalın karakteristik özellikleri ile prosesin meydana geldiği ortamın özelliklerine bağlıdır.

Klorlu pestisitler gibi, halkalı, aromatik, siklodien ve siklobornan türü klorlu hidrokarbonlardan özellikle molekük ağırlığı 236 g/mol’ün üzerinde olanları, biyolojik dokularda ve besin zincirinin üst sıralarında yer alan organizmalarda birikim yapabilme özellikleri ile bilinmektedirler. Tesadüftür ki, bu tür klorlu hidrokarbonlar doğada kalıcılık göstermeleri ile de bilinmektedirler. DDT, klordan, lindan, heptaklor, dieldrin, aldrin, toksafen, mireks ve klordekon gibi içlerinde ilk bilinen organoklorinli pestisitlerinde yer aldığı bu gruba giren maddeler, birçok ortak fizikokimyasal özelliklere sahiptir (Smith, 1991).

Bunun tersine, diklorometan, kloropikrin ve kloroform gibi alkan ve alkenlerin yer aldığı 236 g/mol’den daha küçük molekül ağırlığına sahip klorlu hidrokarbonlar, düşük akut toksisite, tersinir toksik etkiler ve göreceli olarak düşük çevresel ve biyolojik yarı ömre sahiptirler (Hayes ve Curley, 1968). Bir kimyasalın toplam miktarından belirli bir oranının belirli bir organizma tarafından alınabilmesi için mevcut olması demek olan biyoyararlanım, maddenin bir takım kimyasal özelliklerinin yanı sıra, organizmanın kendine özgü çevre ortamı, morfolojik, boyokimyasal ve fizyolojik özellikleri tarafından kontrol edilmektedir.

Genel olarak, bir organik maddenin ekskresyonu, o maddenin daha yüklü bir formuna metabolik dönüşümüyle gerçekleşmektedir. Bozunma ve parçalanmaya karşı dayanıklılığı nedeniyle kalıcı organik kirleticiler, kolayca atılamazlar ve bu kirleticiler organizmalarda ve besin zincirinde birikmelere yol açarlar. Bunun yanında, bu maddeler bazen de DDT’nin DDE’ye dönüşmesinde olduğu gibi ana maddeden daha kalıcı metabolitlerine dönüşebilirler. Benzer şekilde, aldrinin çevrede çok daha kalıcı etkilere sahip olan dieldrine dönüşmesi de kayda değerdir.

KOK’ların belirli bölgelerdeki konsantrasyonlarına ilişkin veriler elde etmek mümkün olmuştur. Bu veriler ayrıca bu maddelerin belirli bölgelerde yasaklanması ya da kısıtlanmasının etkilerini gözlemlemek adına da önemli bir kaynak teşkil etmektedir (Tablo 2.1).

Tablo 2.1 Kanada’nın kuzeyindeki bazı akarsu ve göllerden alınan organoklorin değerleri (Konsantrasyonlar ng/g yağ ± 95% tolerans değeri olarak belirtilmiştir. )

Yerler

HCB

ΣDDT

ΣKlordan

Mireks

Toksafen

Dieldrin

ΣPCB

Winnepeg Gölü

29 ± 4.5

142 ± 51

621 ± 218

10 ± 3

807 ± 285

41 ± 13

1941±682

ELA Gölü

22 ± 5

372 ± 125

1490 ± 601

14 ± 4

1723 ± 541

60 ± 9

1290±386

Trout Gölü

34 ± 8   

377 ± 101

1029 ± 523

16 ± 7

2338 ± 769

70 ± 21

873±467

S. Indian Gölü

66 ± 12

284 ± 67

461 ± 131

17 ± 4

1467 ± 323

34 ± 8

944 ± 281

Mackenzie R., Fort

Simpson N.W.T.

34 ± 18

207 ± 105

162 ± 117

8 ± 2

1132 ± 683

14 ± 11

556 ± 389

Mackenzie R., Fort

Good Hope N.W.T.

43 ± 22

172 ± 88

95 ± 57

7 ± 3

1570 ± 999

13 ± 6

343 ± 172

Mackenzie R., Buzul Kızıl Nehri N.W.T.

42 ± 37

229 ± 160

100 ± 67

5 ± 4

1700 ±1346

16 ± 11

301 ± 220

Peel Nehri, Fort

McPherson N.W.T.

23 ± 22

86 ± 79

50 ± 46

3 ± 3

930 ± 904

7 ± 6

344 ± 284

Kaynak: Muir ve ark, 1990

  • KOK Toksikolojisi
    • Çevre ile Etkileşimi

Analiz edilmesi durumunda dokularda ve çevre numunelerinde bazı kalıcı organik kirleticiler daima mevcut olacaktır. Birçok çevresel kirleticilerde olduğu gibi, belirli bir KOK ya da KOK grubunun direkt maruziyet sonucunda hastalık ya da rahatsızlığa neden olduğunu ortaya koymak zordur. Bu zorluğun ana sebebi, KOK’ların tek bir madde olarak bulunmamalarından ve tek başına yapılan çalışmaların etki analizinde yeterli olmamalarından kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, KOK’ların yağda çözünebilme özellikleri sayesinde birikim yapma, kalıcılık ve besin zincirinde taşınma gibi özellikler kazanmaktadır. Bu özellikler ise bu maddelerin sınırlı bir miktarda maruziyeti olsa dahi, çok yüksek toksik miktarlara ulaşmalarını ve kronik toksisitelerinin yanında bazen de akut toksisite göstermelerine neden olmaktadır.

Kalıcı organik kirleticilerin, deneysel olarak, birçok tür ve hemen hemen bütün tropik seviyelerde çevresel etkilerinin olduğu tespit edilmiştir (Hileman, 1993; Gilman, 1991). KOKların neden olduğu akut zehirlenmelerin etkileri her ne kadar bilinse de düşük miktarlardaki kronik maruziyet sonucu meydana gelen etkiler tam olarak bilinememektedir. Bu bağlama, KOK’ların biyolojik organizmalar içerisindeki uzun yarı ömürleri, bu maddelerin bu organizmalarda uzun zaman aralıklarında düşük konsantrasyonlarda da olsa birikim yapmalarına neden olmaktadır. Bazı KOK’lar için, deneysel veriler göstermektedir ki, düşük seviyedeki maruziyet potansiyel bağışıklık sistemi bozuklukları, cilt sorunları, cinsel üreme bozuklukları ve kanser gibi bazı ölümcül olmayan fakat insan sağlığı için ciddi riskler oluşturan sorunlara neden olabilmektedirler (Parkinson ve Safe, 1987; Allen, 1979).

Bu arada bağışıklık sistemi bozuklukları birçok kişi tarafından tespit edilmiştir (Hileman, 1993; Martineau, 1987; Reijnders Brasseur, 1992; Muir, 1990a; Tryphonas, 1991).  Araştırmacılar su memelilerindeki ölüm oranının artışındaki makul gerekçe olarak bağışıklık sistemi bozuklukluğunu işaret etmektedir ve ayrıca KOKlarla kirlenmiş ambalajlar kullanılarak saklanan yiyeceklerin tüketilmesi durumunda da vitamin ve tiroid hormonu yetmezliği ve devamında ise mikrobiyal enfeksiyon ve üreme bozuklukları gözlemlemiştir. Buna ek olarak, TCDD, DDT, PCBler, klordan, HCB ve toksafen gibi yaygın olarak kullanılan kimyasallardan dolayı birçok vahşi türde de bağışıklık sistemi bozukluğu gözlemlenmiştir.

KOK maruziyetinin fok balıkları, yunus balıkları, şişe burunlu yunuslar ve St. Lawrance Nehri’ndeki balinaların nüfus düşüşleriyle alakasının olduğu düşünülmektedir (Martineau, 1987). Ayrıca, vizonların üreme bozuklukları ile KOK maruziyetleri arasında açık bir neden-sonuş ilişkisi kurulmuştur. Vizonlarla dağ gelinciklerinde PCB maruziyeti ile bağışıklık sistemi bozukluğu, kısırlık, artan bebek ölümü, şekilsel bozukluklar ve yetişkin ölümü arasında direkt neden-sonuç ilişkisi de kanıtlanmıştır (Wren, 1991). Benzer şekilde, araştırmacılar, birçok çeşit balık lavrasında azalan yaşama kabiliyeti ile çevresel ortamdaki PCB ve dioksin konsantrasyonu arasında bir ilişki olduğunu ortaya koymuşlardır (Hansen, 1985). Bir rapora göre, Canada’nın Great Gölü’nde yaşayan türlerden besin zincirinin üst basamaklarında yer alan türlerde ciddi ölçüde üreme bozuklukları gözlemlenmiştir (Colburn, 1991).

Yukarıdaki durumu destekleyen bir başka örnek ise, vahşi doğada yaşayan balinalarda oluşan tümörlerin büyük kısmının PCB, mirex, klordan ve toksafen içermesidir (Swain, 1992; Beland, 1992, Muir, 1990; Martineau, 1988).

  • İnsan sağlığı ile ilgili etkileşimi

Kalıcı organik kirleticilerin çevreye olan etkilerinden bahsederken ifade edildiği gibi KOK maruziyetinin meydana getirdiği hastalıklar ve bu hastalıklarla ilgili neden- sonuç ilişkilerinin düzgün bir şekilde ortaya konması pek de kolay bir iş değildir. Vahşi hayattaki türlerde olduğu gibi, insanlar da KOK’lara ve başka çeşit kimyasal karışımlarına birçok alanda çok sık bir şekilde maruz kalmaktadırlar. KOK’ların insan sağlığına olan etkilerini izah etmek için yapılan çalışmalar çok yetersizdir.

Yapılan çalışmaların ağırlıklı bir bölümü, KOK’ların insan sağlığına yerel, bölgesel ve hatta uzun menzilli taşınımları nedeniyle küresel olarak olumsuz etkilerinin olduğunu göstermektedir. Bazı KOK’ların, çalışma ortamlarında ya da kimyasal kazalar esnasında yüksek miktarda maruziyetinde hem akut hem de kronik etkilerinin olduğu bilinmektedir. Bu risk tropikal tarımın yapıldığı gelişmekte olan ülkelerde o kadar fazladır ki, bu kimyasallara maruziyetten dolayı yaralanmalar ve hatta ölümler gözlemlenmiştir. Buna ek olarak, diğer maruziyet durumlarının yanında, KOK’ların atıklarının bertarafı esnasında meydana gelebilecek mesleki maruziyetler de birçok ülkede önemli maruziyet kaynaklarından birisidir. KOK’larla kısa süreli ancak yüksek miktardaki maruz kalma durumları hastalık ve ölümlerle sonuçlanmaktadır. Örneğin, Filipinler’de yapılan bir çalışma göstermiştir ki, 1990’larda pirinç ve mango üreticilerinin kullandığı endosülfan birinci dereceden pestisit kaynaklı akut zehirlenme sebebi olmuştur. Mesleki kullanım, rastgele ya da yan araziden kaynaklanan tehlikeli kimyasal maruziyetlerinin azaltılması gelişmekte olan ülkelerde oldukça zordur. İş yeri maruziyetinin azaltılmasındaki en ciddi engeller, zayıf ya da hiç olmayan eğitimler, eksik güvenlik önlemleri ve ekipmanları ve standardın çok altında olan çalışma şartlarıdır. Ayrıca, rastgele ya da yan arazi kaynaklı maruziyetlerin belirlenmesindeki zorluklar, ortam havasının yeterli bir şekilde izlenmemesinden ve tıbbi izleme, teşhis, raporlama ve müdahalenin sürekli bir şekilde yapılamamasından kaynaklanmaktadır. Bu faktörler epidemiyolojik verilerin oluşturulamamasına neden olmaktadır.

Kalıcı organik kirletici maruziyetinin insan sağlığına etkileriyle ilgili yapılan ilk raporlama, 1970’lerde Türkiye’de Güneydoğu Anadolu Bölgesinde HCB kaynaklı gıda zehirlenmesi ile olmuştur. Bu rapora göre, maruz kalanların %90’ı hayatını kaybetmiş hayatta kalanlar ise siroz, porfiri[2], üriner, artritik[3] ve nörolojik bozukluklar yaşamışlardır (Peters, 1976). İtalya’da aynı yılda meydana gelen bir diğer akut kazada ise, TCDD’nin çevreye salımı sonucunda klor akne oluşumu ile lösemi ve tiroid kanserinden kaynaklanan ölümlerin meydana gelmesinde artışlar rapor edilmiştir (Pestaori, 1993).

Son zamanlarda, ABD Çevre Koruma Ajansı (EPA) tarafından, dioksinin insan sağlığı üzerindeki etkileri üzerine araştırmalar yayımlanmıştır ve dioksin maruziyetinin bağışıklık, üreme ve sinir sistemi bozukluklarına neden olduğu ifade edilmiştir. Bu maruziyet bilgileri, besin zincirinden ya da çevreden kaynaklanan düşük miktardaki maruziyetlerde oluşabilecek etkileri ifade etmemektedir.

Hayvanlar üzerindeki laboratuar ve arazi çalışmaları ya da hücre kültürlerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, bazı KOK’larla aşırı maruz kalınması durumunda çok çeşitli biyolojik etkiler meydana gelebilmektedir. Bu olumsuz etkiler, bağışıklık sistemi bozukluğu, nörolojik boşluklar, üreme ve davranış anormallikleri ve kanserdir. Bilimsel veriler göstermektedir ki, KOK’lara ölümcül miktarın altında miktarlarda (genellikle uzun menzilli taşınımı esnasında) kronik olarak maruz kalınması ile insan sağlığına etkileri arasında kesin bir bağlantı kurmak mümkün olmasa da böyle bir bağın olduğunu dair ciddi şüpheler mevcuttur.

İsveçli araştırmacıların raporlarına göre PCB, dioksin ve furanlara günlük maruz kalınması durumunda kandaki lenfosit popülasyonunda ciddi düşüşler olduğu gözlemlenmiştir (Svenson, 1993), ayrıca günlük belirli bir miktarın üzerinde maruz kalan çocuklarda daha düşük miktarda maruz kalanlara oranla 10-15 kat daha fazla hastalıklara yakalanma riski ortaya çıktığı bilinmektedir (DeWailly, 1993).

Bu durum lenfosit miktarındaki azalmanın bağışıklık sistemini güçsüz bıraktığını da göstermektedir. Gelişmekte olan fetus ve yeni doğmuş bir bebek KOK maruziyetine karşı kritik zamanlarda plasenta ve anne sütü aracılığıyla yükleme yapılması nedeniyle savunmasız durumdadirlar.

Bunun yanında, Kanada’nın kutuplara yakın bölgelerinde yaşayan ve besin zincirinin üst seviyelerinde bulunan halk üzerinde yapılan çalışmalara göre, günlük kabul edilebilir seviyenin çok üzerinde alınan PCB’lerin, o nüfus üzerinde üreme ve gelişmeyi etkileyecek özel riskler taşıdığı ortaya konmuştur. Yayımlanan bir diğer raporda ise, Kanada’nın kuzey bölgelerinde yaşayan çocuklardan anne sütüyle beslenenlerde normal şişe sütüyle beslenenlere göre ciddi miktarlarda PCB, dioksin ve furan maruziyeti olduğu kanıtlanmıştır (DeWailly, 1993). Ancak, birçok araştırmacı anne sütü ile beslenmenin bu risklerin de üzerinde olduğunu kanaatinde birleşmişlerdir.

Kanser üzerine yapılan çalışmalara göre, 2,3,7,8-TCDD’nin yüksek miktarlarda mesleki maruziyetinin kansere yakalanma riskini artırdığı tespit edilmiştir. Ayrıca laboratuar çalışmaları da desteklemektedir ki, bazı yaygın organoklorinler kanser ve tümör oluşumunu kuvvetlendirmektedir.

Son zamanlarda, araştırmacılar kalıcı organik kirleticilere maruziyet ile üreme sistemi bozuklukları arasında bir bağlantı olduğu tespit edilmiştir. Erkeklerdeki artan üreme bozuklukları östrojen miktarındaki artışa bağlı olduğu düşünülmektedir (Sharpe ve Skakkebaek, 1993). Bu ilişkiden yola çıkarak, testis kanserinin de üremeye bozukluklarına bağlı dolayısıyla kalıcı organik kirleticilere bağlı olduğu düşünülebilir. KOKlarla uzun süreli maruziyet meni kalitesinin düşmesine de neden olabilmektedir (Colborn ve Clement, 1992).   

  • Kalıcı Organik Kirleticilere İlişkin Stockholm Sözleşmesi
    • Sözleşme Tarihçesi

22-23 Mayıs 2001 tarihlerinde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 125 ülke, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) altında POP emisyonlarını azaltacak ya da ortadan kaldıracak olan küresel nitelikli bir anlaşma olan Stockholm Sözleşmesini imzalamış bulunmaktadır. Sözleşme,

  • Ülkelere POP’lerin üretimi, kullanımı, ithalat ve ihracatı, çevreye bırakılması ve bertaraf edilmesi hususlarında yükümlülükler getirmekte,
  • Ülkelerin birtakım yakma ve kimyasal prosesler ile istemeyerek ürettikleri KOK’ların azaltılması ve/veya ortadan kaldırılması için mevcut en iyi teknikleri ve en iyi çevresel uygulamaları kullanmaları hususlarında teşvik etmekte, bazı hallerde ise zorunlu kılmakta, ve
  • Yeni KOK’ların geliştirilmesinin önlenmesi ve Sözleşmeye gelecekte diğer KOK’ların da dahil edilebilmesi hususlarında hükümler içermektedir.

Sözleşme, 50 ülke tarafından onaylanmasının tamamlandığı 17 Mayıs 2004 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Sözleşme Türkiye’de ise, Kalıcı Organik Kirleticilere ilişkin Stockholm Sözleşmesi’nin Onaylanması ve Kabul Edilmesi konulu ve 5871 sayılı Kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanmıştır (Resmi Gazete:14.04.2009,  No. 27200).

Bu Kanunun kabul edilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı 30 Temmuz 2009 sayılı ve 27304 numaralı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Buna müteakip olarak, Türkiye 12 Ocak 2010 tarihi itibariyle Stockholm Sözleşmesi’ne resmen taraf olmuştur.

  • Bölgesel Merkezler

 Stockholm Sözleşmesi Sekretaryası tarafından çeşitli zamanlarda kurulmuş olan Bölgesel Merkezler de Sözleşmenin uygulanmasında aktif rol almaktadır. Bu merkezler,

  • Afrika
  • National Centre for Cleaner Technologies Production, Algeria
  • BCRC for French African countries, Dakar, Senegal

Asya and Pasifik

  • BCRC for Asia and the Pacific, Pekin, Çin
  • BCRC, Tahran, Iran
  • Kuwait Institute for Scientific Research, Kuveyt

Orta ve Doğu Avrupa

  • RECETOX, Masaryk University, Brno, Çek Cumhuriyeti
  • ANO-Centre for International Projects, Moskova, Rusya

Latin Amerika ve Karayipler

  • Centro CETESB, Sao Paulo, Brezilya
  • CENICA-Instituto Nacional de Ecologia, Meksika
  • CIIMET, University de Panama, Panama
  • BCRC for Latin America and the Caribbean, Montevideo, Uruguay
  1. BİLİNEN KALICI ORGANİK KİRLETİCİLER

Kalıcı organik kirleticilerin bazıları yaygın kullanım alanları, etkiledikleri nüfus yoğunluğu ve yüksek toksisiteleri nedeniyle diğerlerine göre daha büyük önem arz etmektedir. Bu özellikleri nedeniyle de bu kimyasallar küresel düzeyde kontrol altında tutulmaktadır. Stockholm Sözleşmesi kapsamındaki KOK’lar aşağıdaki gibidir.

Global anlamda en çok bilinen 12 adet Kalıcı Organik Kirletici (KOK) kimyasallar

  • Aldrin (Özellikle karınca ve çekirgelerle mücadelede kullanılan bir tarım ilacıdır.)
  • Klordan (Ziraii mücadelede kullanılan bir tarım ilacıdır.)
  • DDT (Bit ve pire gibi zararlılarla ve sıtma ile mücadelede kullanılan tarım ilacıdır)
  • Dieldrin (Ziraii mücadelede kullanılan bir tarım ilacıdır.)
  • Dioksinler (Yakma prosesleri ve bazı klorlu pestisitler ile endüstriyel kimyasalların

üretilmesi sırasında istenmeden açığa çıkan bir yan üründür.)

  • Endrin (Ziraii mücadelede kullanılan bir tarım ilacıdır.)
  • Furanlar (Dioksinler gibi yakma prosesleri ve bazı klorlu pestisitler ile endüstriyel

kimyasalların üretilmesi sırasında istenmeden açığa çıkan bir yan üründür.)

  • Heptaklor (Fare, sıçan gibi zararlı hayvanlarla mücadelede kullanılan bir pestisittir.)
  • Hekzaklorobenzen (Zararlı mantar ve istenmeyen otlarla mücadele kullanılan ve

dioksin furan oluşumuna neden olan bir pestisittir.)

  • Mireks (Ziraii mücadelede kullanılan bir tarım ilacıdır.)
  • Poliklorlu Bifeniller (Elektrik trafolarında ve kapasitörlerde kullanılan bir endüstriyel

kimyasal olup yanmaya karşı direnç gösterdiği için boya, plastik ve karbonsuz kopya

kağıtlarının üretiminde kullanılmıştır.)

  • Toksafen (Ziraii mücadelede kullanılan bir tarım ilacıdır.)

Bu on iki kalıcı organik kirletici kimyasal “Kirli Düzine” olarak adlandırılır

Stockholm Sözleşmesi’ne Mayıs 2009’da eklenen KOK’lar ise, alfa-heksaklorosikloheksan, beta-heksaklorosikloheksan, klordekon, heksabromobifenil, heksabromodifenil eter ve heptabromodifenil eter, lindan, pentaklorobenzen, perflorooktansülfonatlar (PFOS), tetrabromodifenil eter ve pentabromodifenil eterdir.

  • Aldrin
    • Aldrin Kimyası

Aldrin, ilk olarak 1948 yılında sentezlenmiştir ve ticari olarak 1950 yılında pestisit olarak üretilmiştir. Aldrin esasında %95’lik HHDN (1,2,3,4,10, l0-heksakloro-1,4,4a,5,8,8a-heksahidro-ekso-1 ,4-endo-5,8-dimetanonafitalin adlı kimyasalın kısa adıdır) adlı bir insektisitin genel adıdır ve teknik olarak kullanılan aldrin bu belirtilen karışımın % 90 saflıktaki karışımıdır (WHO, 1989a).

Teknik aldrin, %85,5’ten az olmamak üzere ana madde (HHDN), ve %4,5’ten az olmamak üzere insektisit özelliği olan ilgili aktif maddeler ve %10’dan fazla olmayacak şekilde diğer maddeleri içermektedir (Smith, 1991).

Aldrin, hayvanlar ve ve bitkiler tarafından çok hızlı bir şekilde metabolize edilmektedir ve bu sebeple hayvanlarda ve gıdalarda aldrin kalıntılarını bulmak çok zordur (WHO, 1989a). Aldrin, toprak parçacıklarıyla çok kuvvetli bir şekilde bağ yapabildiği için yer altı sularına karışması zordur. Topraktaki aldrin miktarındaki kayıp bu sebeple ancak buharlaşma ile gerçekleşebilmektedir. Aldrin, kalıcılığı ve hidrofobik yapısı nedeniyle, türevleri şeklinde biyobirikim yapmaktadır (WHO, 1989a).

Aldrin, heksaklorosiklopentadien’in 100 C’de aşırı miktarda bisikloheptadien ile Diels-Alder reaksiyonu sonucu üretilmekte (WHO, 1989a) olup termit, kök solucanı, dal solucanı, pirinç suyu biti ve çekirgeler gibi toprak zararlılarını kontrol edebilmek için kullanılmaktadır. Ayrıca, mısır ve patates gibi tarım ürünlerini ve termitlere karşı ahşap ürünlerini korumak amacıyla kullanılmaktadır.

  • Aldrin Toksikolojisi

Aldrin insanlar için tehlikeli bir maddedir ve yetişkin bir erkek için ölümcül dozunun yaklaşık 5 g olduğu tahmin edilmektedir. Bu miktar, yaklaşık olarak 83 mg/kg vücut ağırlığına eşdeğerdir (Hodge, 1967). Aldrin zehirlenmesinin belirtileri genellikle, başağrısı, baş dönmesi, mide bulantısı, genel sıtma ve kusma olup devamında ise kas tutulmaları, refleks bozuklukları ve çarpıntıdır.

Aldrin, dieldrin ve endrin üretimi yapılan bir fabrikada çalışan işçiler üzerinde yapılan bir çalışmaya göre, fabrikada 31 Aralık 1964’ten itibaren en az altı ay çalışmış erkek bireylerin akciğer ve solunum sistemine bağlı kansere yakalanma istatistiklerinde ciddi artışlar olduğu tespit edilmiştir (Brown, 1992). Çalışmayı yapan bilim insanlarının yaptığı yoruma göre, bu sonuçların çıkmasında bazı faktörler etkili olmuştur; (1) pestisitle maruziyet konusunda yeterli bilgi olmaması, (2) 1955 ile 1976 tarihleri arasında üretilen bir başka kimyasalın (dibromokloropropan-DBCP) da benzer maruziyete sebep olabileceği, (3) deneylerde kullanılan hayvanların extrahepatik tümör kaynaklı kanserlere yakalanmasına rağmen, akciğer kanserinin ektrahepatik ve intrahepatik tümör karışımından dolayı oluşabileceği, (4) dozun çalışma süresiyle kıyaslanması durumunda herhangi bir doz-yanıt alakasının kurulamayacağıdır.

Dioksinler gibi diğer organoklorinler de antikorların ve bağışıklık sistemi sinyallerinin iletimini kısıtlama gibi bağışıklık sistemine karşı zararlı etkiler gösterebilmektedir. Maruziyet gösteren populasyonlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, halojenli aromatik hidtokarbonlar bağışıklık sistemi üzerinde ölçülebebilecek büyüklükte tahrifatlara neden olmaktadırlar (Holsapple, 1991).

Ayrıca aldrin gibi siklodienlerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkilerinin olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur (Exon, 1987). DDE gibi bazı organoklorinler ise, östrojenik etki gösterebilmektedir ve östrojenik etki bazı araştırmacılara göre, pozitif göis kanserinde rol sahibi olabilmektedir (Wolff, 1993).

Ancak bazı araştırmacılar ise DDT ve türevleri için böyle bir etkinin olmadığını iddia etmektedirler (Krieger, 1994). Halojenli aromatik hidtokarbonların aynı zamanda endokrin ve üreme sistemleri üzerinde de etkileri olduğu bilinmektedir (Peterson, 1992; Gray, 1992; Thomas ve Colborn, 1992). Bunun yanında, aldrinin kendisinin bu tür etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, benzer kimyasal yapıda olmaları nedeniyle bilim adamları tarafından bu tür etkileri olabileceğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.

  • Aldrin Maruziyeti

Aldrin, hayvanlarda ve bitkilerde çok kolay bir şekilde dieldrine dönüşmekte olup bu nedenle, aldrin kalıntılarına hayvanlarda rastlamak neredeyse imkansızdır. Bitkilerde ise ihmal edilebilecek kadar çok düşük seviyelerdedir (WHO, 1989a). İspanya’da 1989-91 yıllarında yapılan bir araştırmada, etler üzerinde aldrin maruziyeti olup olmadığı araştırılmış ve aldrine rastlanamamıştır (Herrera, 1994). 1986-88 yıllarında örnekleri alınan Mısır balıklarında yapılan analizlerde 100 numunenin 21’inde (ortalama konsantrasyon: 8.8 μg/kg, maksimum konsanstrasyon: 54.27 μg/kg) aldrin kalıntılarına rastlanmıştır (Abdallah, 1990). Kenya’daki kümes hayvanı yumurtaları üzerinde yapılan bir çalışmada, yumurtaların sadece %0,5’inde aldrin kalıntılarına rastlanmıştır (Mugambi, 1989).

Hindistan’da günlük aldrin ve dieldrin alım miktarı 19 μg/kişi olarak hesaplanmıştır (Kannan, 1992b). Bu değer, Pestisit Kalıntılarına İlişkin FAO ve WHO Ortak Toplantısı’nda tavsiye edilen 6.0 μg/60 kg vücut ağırlığı değerinin çok üzerindedir. Süt ve yağ gibi günlük ürünler ve hayvan etleri birincil maruziyet kaynağıdır.

  • Klordan
    • Klordan Kimyası

Klordan, heptaklor, nonaklor ve ilgili maddelerin karışımından oluşan bir klorlu hidrokarbondur. Teknik klordan genellikle %64-67 oranında klordan oluşmaktadır (NRCC, 1974). Klordan, suda çok az çözünen bir maddedir ve aynı zamanda organik solventlerde yüksek çözünme oranına sahiptir. Klordan yarı-uçucu bir maddedir ve sonuç itibariyle atmosfere karışmaktadır. Ayrıca, sedimentlerle çok kolay bağ yapabilmekte ve çok yüksek ayrışma oranından dolayı (log Kow = 6.00) organizmaların yağlarında biyobirikim yapmaktadır.

Klordan ilk olarak 1945 yılında böcek öldürücü olarak üretilmiştir. Klordan, heksaklorosiklopentadienin siklopentadienle klordin oluşturmak üzere reaksiyona girip daha sonra da bunun klorlanarak klordana dönüşmesi yoluyla üretilir (IARC, 1991a). 1951’den önce reaksiyona girmeyen ara ürün olan heksaklorosiklopentadien çeşitli miktarlarda mevcut olabilmekteydi ve bu da dermal ve solunum sorunlarına neden olmaktaydı ancak daha sonraki üretilen klordanlar %1’in altında bu ara üründen içermiştir (Smith, 1991).

Klordan, sebzeler, küçük musonlar, mısır, diğer yağlı tohumlar, patates, şeker pancarı, şeker kamışı, meyveler, yemişler, yün ve hint keneviri gibi tarım ürünler için geniş spektrumlu bir insektisit olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, termit mücadelesinde de yoğun bir şekilde kullanılmaktadır (Smith, 1991).

  • Klordan Toksikolojisi

Klordan maruziyet belirtileri görme bozukluğu, karıştırma, ataksia, sayıklama, öksürük, karın ağrısı, mide bulantısı, kusma, ishal, alınganlık, titreme ve çarpıntı olarak sıralanabilir (Montgomery, 1993). Mesleki maruziyet üzerine yapılan ilk çalışmalara göre, klordan üretiminde çalışan işçilerde herhangi bir etki gözlemlenememiştir (Alvarez ve Hyman, 1953; Fishbein, 1964).

Ayrıca, klordan kullanan 1105 işçi üzerinde yapılan bir çalışmaya göre sadece üç kişide hastalık gözlemlenmiş olup bu hastalıklar da baş dönmesi, baş ağrısı ve kırılganlıktır (Stein ve Hayes, 1964). Bir başka çalışmada ise, 23 yılı aşkın süredir klordan üretiminde çalışan işçiler üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda herhangi bir ölüm rapor edilmemiş olup ancak araştırmacılar beyin hastalıklarında artış tespit etmişlerdir (Brown, 1992). Ayrıca, başka çalışmalarda da kansere dayalı ölüm oranlarının düşüklüğü rapor edilmiştir (Smith, 1991).

Klordan maruziyetinden dolayı sağlık sorunu yaşadıklarını iddia eden 27 birey üzerinde yapılan bir başka çalışmada ise, araştırmacılar bağışıklık sistemlerinde ciddi değişiklikler gözlemlenmiştir. Bu çalışmadaki üç bireyin klordanla mesleki bir kaza nedeniyle doğrudan maruz kaldığı dikkate alınmalıdır (McConnachie ve Zahalsky, 1992).

Maruziyet gösteren populasyonlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, halojenli aromatik hidtokarbonlar bağışıklık sistemi üzerinde ölçülebebilecek büyüklükte tahrifatlara neden olmaktadırlar (Holsapple, 1991).

Ayrıca klordan gibi siklodienlerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkilerinin olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur (Exon, 1987). DDE gibi bazı organoklorinler ise, östrojenik etki gösterebilmektedir ve östrojenik etki bazı araştırmacılara göre, pozitif göis kanserinde rol sahibi olabilmektedir (Wolff, 1993).

Ancak bazı araştırmacılar ise DDT ve türevleri için böyle bir etkinin olmadığını iddia etmektedirler (Krieger, 1994). Halojenli aromatik hidtokarbonların aynı zamanda endokrin ve üreme sistemleri üzerinde de etkileri olduğu bilinmektedir (Peterson, 1992; Gray, 1992; Thomas ve Colborn, 1992). Bunun yanında, klordanın kendisinin bu tür etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, benzer kimyasal yapıda olmaları nedeniyle bilim adamları tarafından bu tür etkileri olabileceğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.

  • Klordan Maruziyeti

Klordan maruziyeti esasında besinler aracılığınla olmaktadır ancak klordanın sıkı bir kısıtlamaya tabi tutulması bu maruziyet yolunun ana bir maruziyet etkeni olmasını engellemektedir. Kanada’da evcil çiftlik hayvanlarının yağlarında organoklorin izlemesinin yapıldığı bir çalışmaya göre, 1986-88 yılları arasındaki klordan ve onun türevleri olan heptaklor ile heptaklor epoksit değerleri bütün numunelerde 0.001 mg/kg olan izleme değerinin altında seyretmiştir (Frank, 1990).

Benzer şekilde, İspanya’da 1989-91 yılları arasında etler üzerinde yapılan bir çalışmada da analiz edilen numunelerde klordan ve türevlerine izleme değerlerinin üzerinde rastlanamamıştır (Herrera,1994).

Ayrıca, Mısır’dan 1986-88 yılları arasında alınan 91 balık numunelerinin sadece 2 tanesinde (8.00 ve 36.17 μg/kg k/k) gama-klordan izomerine rastlanmıştır (Abdallah al, 1990). Ayrıca, Hawaii’ye Doğu Pasifik ülkelerinden gönderilen besin numunelerinde yapılan analizlerde 9 numunnein sadece 2 tanesinde gama-klordan kalıntılarına rastlanmıştır (Gans, 1994).  Kalıntılar, sadece bir çeşit bezelye türünde (2.70 ppb) ve bir çeşit deniz yosununda (0.48 ppb) gözlemlenmiştir.

Amerika’da ve Japonya’da iç ortam havalarında yapılan analizlerde klordana rastlanmıştır. Bu durum, iç ortam havasının klordan maruziyet kaynaklarınından önemli bir tanesi olmasına sebep olmuştur (Dearth ve Hites, 1991). New Jersey’de 12 ee yapılan araştırmada yaşam alanlarınde tespit edilen ortalama değer termitlerle mücadeleden önce ve sonra sırasıyla 0.14 ile 0.22 μg/m3 arasında değişmiştir (Louis ve Kisselbach, 1987). Tamamlanmamış bodrum katları ya da çok az yerleşimin olduğu yaşam alanı olmayan yerlerdeki ortalama değerler ise, tam tersi şekilde, müdahaleden önce 0.97 μg/m3 ve müdahaleden sonra 0.91 μg/m3 olarak tespit edilmiştir.

Bu durumun sebebi, bu bölgelerde tek kaynağın termit müdahalesinde kullanılan maddeler olmadığını aynı zamanda inşaat alanlarındaki inşaat malzemelerinin de bir maruziyet kaynağı olabileceğidir. Yapılan bir çalışmada, klordan değerlerinin değişiminde, bina katları ile aylık ortalama sıcaklık arasında bir bağıntı olduğu tespit edilmiştir (Asakawa, 1994).

Bu bağıntı, havadaki klordan konsantrasyonu klordan kalıntılarının uçuculuğuna bağlıdır hipotezini destekler niteliktedir çünkü bu durum sıcaklıkla bağlantılı bir prosestir. Buarada, bu bağıntı birinci katlar için havalandırmalardan dolayı geçerli değildir.

Sonuç olarak, New Jersey’de Aralık 1982’de bir kısıtlamaya gidilmiştir ve bunun sonucunda 1976-1982 ve 1983-1985 yıllarını içeren iki periyot arasındaki değerler karşılaştırıldığında ikinci periyottaki değerler ilkine göre 2.6’dan 0.9 μg/m3’e inerek 3 kat daha az olarak tespit edilmiştir (Fenske ve Sternbach, 1987).

  • DDT
    • DDT Kimyası

DDT ilk olarak 1874 yılında Almanya’da Othmar Zeidler tarafından sentezlenmiştir, ancak böcek öldürücü olarak kullanımının keşfedilmesi İsviçre’li kimyager Paul Muller tarafından 1939 yılında gerçekleştirilmiştir. DDT, İkinci Dünya Savaşı boyunca, askerlerin ve sivillerin sıtma, tifus, diğer virütik hastalıklara karşı korunmasında çok geniş alanlarda kullanılmıştır (Smith, 1991). Savaştan sonra ise, DDT hem tarım ürünlerinde hem de eskiden olduğu gibi virütik hastalıklarda kullanılmaya devam edilmiştir. Ancak, çevre ve özellikle yabani kuşlar üzerindeki zararlı tesirleri nedeniyle 1970lerde DDT’nin kullanımına birçok ülkede yasaklama ya da ciddi kısıtlamalar getirilmiştir (Gips, 1987). DDT’nin suda çözünürlüğü çok düşük olmakla birlikte, organik solventlerde çözünürlüğü çok yüksektir.

Ayrıca, DDT yarı-uçucudur ve sonuç itibariyle atmosfere karışması kaçınılmazdır. Her türlü çevrede bulunabilen DDT’ye buzullarda dahi rastlamak mümkündür. DDT’nin hem vektör kontrolünde kullanılması hem de çevreye zarar vermesi kalıcılığı için bir faktör olmuştur. DDT, lipofilik bir maddedir ve bu sebeple canlı organizmaların yağ dokularında birikim yapabilmektedir ve bunun sonucunda biyobirikim ve besin zincirinde birikme yapabilmektedir.

DDT’nin alt ürünleri olan 1,1-dikloro-2,2-bis (4-klorofenil)etan (DDD veya TDE) ve 1,1-dikloro-2,2bis (4-klorofenil)etilen (DDE) de, doğada her yerde bulunan ve ana madde olan DDT’den daha kalıcı maddelerdir. Amerika’da kullanılan miktarın %80 gibi büyük bir rakamı oluşturan ve 1972’de yasaklanıncaya kadar en yaygın kullanım alanı pamuk tarımcılığında kullanılmaktaydı. DDT hala bazı ülkelerde sıtmaya neden olan sivrisineklerle mücade amaçlı kullanılmaya devam edilmektedir (Gips, 1987).

  • DDT Toksikolojisi

DDT çok geniş bir topluluk tarafından tifusla mücadele amacıyla direkt olarak sprayle sıkarak uygulanmaktadır ya da tropikal bölgelerde sıtmayla mücadele amacıyla kullanılmaktadır (WHO, 1979). Birçok çalışmada DDT’nin ciltle temasından herhangi bir hastalığa ya da tahrişe neden olduğuna dair bir kanıt elde edilememiştir (Smith, 1991).

DDT’nin vücutta depo edilmesi ya da vücuttan atılmasıyla ilgili gönüllü insan denekler kullanılarak güvenli dozayları belirlemek amacıyla birçok çalışma gerçekleştirilmiştir.

Yapılan ilk çalışmada, DDT deneklere 0, 3.5 ve 35 mg/kişi/gün uygulanmıştır. Bu dozlar bireylerin yiyeceklerine katılarak verilmiş olup sonuç itibariyle bireylerin vücut ağırlığına da bağlı olarak sırasıyla, 0.0021-0.0034, 0.038-0.63 ve 0.36-0.61 mg/kg/gün oranlarında birikim yapmıştır. Altı denek, 12 ay boyunca en yüksek dozajı almış ve 3 denek ise 18 ay boyunca alıma devam etmiştir. Erkek deneklerin çok az bir kısmı düşük dozajda teknik DDT’yi 12 ya da 18 ay boyunca almıştır. Çalışma sonucunda, hiçbir gönüllü herhangi bir şikâyette bulunmamıştır ya da DDT’yle bağlantılı olabilecek bir hastalık belirtisi göstermemiştir (Hayes, 1956). Benzer sonuçların elde edildiği ikinci bir çalışmada ise, benzer dozlar gönüllü deneklere 21 ay boyunca verilmiştir ve denekler 27 ay boyunca takip edilmiştir (Hayes, 1971).

Brown (1992) tarafından gerçekleştirilen bir takip çalışmasında DDT üretiminde çalışan işçilerin ölüm oranları ve ölüm nedenleri araştırılmıştır. Çalışma grubu 1964’ten itibaren en az 6 ay boyunca bu fabrikada çalışan işçileri kapsamaktadır ve takip süresi 1987 yılına kadar sürmüştür. Çoğunlukla akciğer ve safra kesesi kanseri gözlemlenmiştir (beklenen ölümler: 0.45; asıl ölümler: 2). Ayrıca tam alakası ıspatlanamasa da beyinle ilgili hastalıklardan kaynaklanan ölümler de ciddi oranda artış göstermiştir.

Maruziyet gösteren populasyonlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, halojenli aromatik hidtokarbonlar bağışıklık sistemi üzerinde ölçülebebilecek büyüklükte tahrifatlara neden olmaktadırlar (Holsapple ,1991).

Ayrıca klordan gibi siklodienlerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkilerinin olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur (Exon, 1987). DDE gibi bazı organoklorinler ise, östrojenik etki gösterebilmektedir ve östrojenik etki bazı araştırmacılara göre, pozitif göğüs kanserinde rol sahibi olabilmektedir (Wolff, 1993). Ancak bazı araştırmacılar ise DDT ve türevleri için böyle bir etkinin olmadığını iddia etmektedirler (Krieger, 1994). Halojenli aromatik hidtokarbonların aynı zamanda endokrin ve üreme sistemleri üzerinde de etkileri olduğu bilinmektedir (Peterson,1992; Gray, 1992; Thomas ve Colborn, 1992). Bunun yanında, DDT’nin kendisinin bu tür etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, benzer kimyasal yapıda olmaları nedeniyle bilim adamları tarafından bu tür etkileri olabileceğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.

  • DDT Maruziyet

DDT ve türevleri tüm dünyada besin maddelerinde tespit edilmiştir ve bu yol da en büyük maruziyet kaynaklarından birisidir (WHO, 1979). DDE ise Kanada’da 1986-88 yılları arasında çiftlik hayvanları üzerinde yapılan bir çalışmada ikinci en çok kalıntısı bulunan maddelerden (% 21) birisi olmuştur (Frank, 1990).

Bulunan en yüksek kalıntı miktarı ise 0.410 mg/kg konsantrasyonda et yağlarında tespit edilmiştir. Ancak, kalıntılardaki miktarlar son 20 yılda gittikçe azalmıştır. Benzer şekilde, İspanya’da 1989-91 yılları arasında etler üzerinde yapılan bir çalışmada da analiz edilen numunelerin % 83ünde DDT ve türevlerinden en az birisine ortalama 25 ppb seviyesinde rastlanmıştır (Herrera, 1994).

Ortalama 76.25 ppb seviyesinde p,p’-DDE’ye Mısır’dan alınan balık numunelerinde rastlanmıştır (Abdallah, 1990). DDT Vietnam’da besin maddelerinde en çok görülen organoklorinlerden birisidir (Kannan, 1992a). DDT’nin DDE’den daha yüksek oranda bulunmasının sebebi, bu maddenin Vietnam’da hala kullanılıyor olmasıdır. Et ve balıkta tespit edilen en yüksek DDT oranı ortalaması sırasıyla 3.2 ve 2.0 μg/g yağ (en yüksek değerler ise 6.2 and 5.0 μg/g yağ’dır) olarak tespit edilmiştir.

Vietnam’da DDT ve türevlerinin günlük ortalama alım miktarı 9 μg/kişi/gün olup bu değer FAO/WHO’nun belirlediği 600 μg/kişi/gün değerinin çok altındadır. Hindistan’da DDT ve türevlerinin günlük ortalama alım miktarı 48 μg/kişi/gün olup, bu değer hala kabul edilebilir değerin çok altındadır (Kannan, 1992b). Et ve balıkta tespit edilen en yüksek DDT oranı ortalaması sırasıyla 1.0 ve 1.1 μg/g yağ (en yüksek değerler ise 5.5 and 5.6 μg/g yağ’dır) olarak tespit edilmiştir.

DDT aynı zamanda anne sütünde de tespit edilmiştir. Papua Yeni Gine’de dört köyde süt emziren kadınlar üzerinde yapılan bir çalışmada 16 farklı maddenin analizi yapılmıştır ve numunelerin tamamında DDT’ye rastlanmıştır. Bu sebeple, 80li yıllarda anne sütündeki DDT oranından dolayı yeni doğanlara anne sütü verilip verilmemesi tartışma konusu olmuştur.

  • Dieldrin
    • Dieldrin Kimyası

Dieldrin ilk kez 1948 yılında aldrinle birlikte sentezlenmiştir ve 1950 yılında ticari olarak sunulmuştur. Dieldrin, %85’lik HEOD[4] adlı böcek öldürücünün genel adıdır ve teknik dieldrin yukarıda belirtilen dieldrin’den en az %95 oranında içermelidir (WHO, 1989a). Dieldrin toprakla çok kuvvetli bağ kurduğu için yer altı sularına karışmaya karşı çok dayanıklıdır. Uçuculuk topraktan kaybı için önemli bir faktördür.

Dieldrin, aldrinin perasetik asit gibi bir perasit ile epoksidasyonu veya bisikloheptadien’in epoksitinin, heksaklorosiklopentadien ile yoğunlaştırılması yollarıyla sentezlenebilmektedir (WHO, 1989a). Dieldrin, tarımda toprak haşerelerinin ve hastalık taşıyıcı böceklerin kontrolünde kullanılmaktadır (Smith, 1991). Ancak hastalık taşıyıcı böceklerin kontrolünde kullanımı, insan sağlığı ve çevreye olan etkilerinden dolayı yasaklanmıştır.

Dieldrin güncel olarak ise, termit ve ahşap zararlılarının kontrolünde ve tekstil ürünleri için pestisit amacıyla kullanılmaktadır (WHO, 1989a).

  • Dieldrin Toksikolojisi

Dieldrin insanlar üzerinde toksik etkisi olan bir kimyasal olup, insanlar için ölümcül dozu 10 mg/kg vücut ağırlığı olarak tespit edilmiştir (Hayes, 1982). Semptomlar ve akut dieldrin zehirlenmelerine göre, dieldrinin insanlar üzerindeki etkiler aldrinde olduu gibi, başağrısı, halsizlik, mide bulantısı, genel sıtma, kusma, kas ağrıları ve çarpıntıdır.

Daha önce herhangi bir dieldrin maruziyeti olmayan gönüllüler üzerinde yapılan bir çalışmada, gönüllülere iki yıl boyunca günlük 0, 10, 50, ve 211 μg dieldrin verilmiştir. Çalışma süresince ve devamındaki 8 ay boyunca hastalarda herhangi bir sağlık sorununa ya da psikolojik rahatsızlığa rastlanmamıştır (Hunter, 1969).

Aldrin, dieldrin ve endrin üretimi yapılan bir fabrikada çalışan işçiler üzerinde yapılan bir çalışmaya göre, fabrikada 31 Aralık 1964’ten itibaren en az altı ay çalışmış erkek bireylerin akciğer ve solunum sistemine bağlı kansere yakalanma istatistiklerinde ciddi artışlar olduğu tespit edilmiştir (Brown, 1992).

Çalışmayı yapan bilim insanlarının yaptığı yoruma göre, bu sonuçların çıkmasında bazı faktörler etkili olmuştur; (1) pestisitle maruziyet konusunda yeterli bilgi olmaması, (2) 1955 ile 1976 tarihleri arasında üretilen bir başka kimyasalın (dibromokloropropan-DBCP) da benzer maruziyete sebep olabileceği, (3) deneylerde kullanılan hayvanların extrahepatik tümör kaynaklı kanserlere yakalanmasına rağmen, akciğer kanserinin ektrahepatik ve intrahepatik tümör karışımından dolayı oluşabileceği, (4) dozun çalışma süresiyle kıyaslanması durumunda herhangi bir doz-yanıt alakasının kurulamayacağıdır.

Dioksinler gibi diğer organoklorinler de antikorların ve bağışıklık sistemi sinyallerinin iletimini kısıtlama gibi bağışıklık sistemine karşı zararlı etkiler gösterebilmektedir. Maruziyet gösteren populasyonlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, halojenli aromatik hidtokarbonlar bağışıklık sistemi üzerinde ölçülebebilecek büyüklükte tahrifatlara neden olmaktadırlar (Holsapple, 1991).

Ayrıca dieldrin gibi siklodienlerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkilerinin olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur (Exon, 1987). DDE gibi bazı organoklorinler ise, östrojenik etki gösterebilmektedir ve östrojenik etki bazı araştırmacılara göre, pozitif göis kanserinde rol sahibi olabilmektedir (Wolff, 1993).

 Ancak bazı araştırmacılar ise DDT ve türevleri için böyle bir etkinin olmadığını iddia etmektedirler (Krieger, 1994). Halojenli aromatik hidtokarbonların aynı zamanda endokrin ve üreme sistemleri üzerinde de etkileri olduğu bilinmektedir (Peterson, 1992; Gray, 1992; Thomas ve Colborn, 1992). Bunun yanında, aldrinin kendisinin bu tür etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, benzer kimyasal yapıda olmaları nedeniyle bilim adamları tarafından bu tür etkileri olabileceğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.

  • Dieldrin Maruziyeti

Dieldrin kalıntılarına hava, su, toprak, balık, kuş ve insanlar ile anne sütü de dahil olmak üzere memelilerde rastlamak mümkündür. Beslenme, halkın maruziyeti için en bilinen kaynaktır. Mısır’da anne sütüyle beslenen çocukların günlük maruziyet değerleri 1.22 μg/kg vücut ağırlığı olarak belirlenmiş olup bu değer FAO/WHO’nun günlük kabul edilebilir değeri olan 0.1 μg/kg’ın çok üzerindedir (Dogheim, 1991).

Hindistan’da günlük aldrin ve dieldrin alım miktarı 19 μg/kişi olarak hesaplanmıştır (Kannan, 1992b). Bu değer, Pestisit Kalıntılarına İlişkin FAO ve WHO Ortak Toplantısı’nda tavsiye edilen 6.0 μg/60 kg vücut ağırlığı değerinin çok üzerindedir. Süt ve yağ gibi günlük ürünler ve hayvan etleri birincil maruziyet kaynağıdır.

  • Poliklorlu Dibenzo-P-Dioksin ve Furanlar
    • Poliklorlu Dibenzo-P-Dioksin ve Furanlar Kimyası

Kısaca dioksinler ve furanlar olarak bilinen bu kimyasallar düzlemsel üç halkalı yapıda olup birbirine çok benzer kimyasal yapı ve özelliklere sahiptir. Dioksin ve furanlar maksimum sekiz klora sahip; dioksinler 75, furanlar ise 135 farklı izomerik yapıda bulunabilirler. Bu farklı yapıların hemen hemen hepsi suda çözünmeyen, yağda yüksek miktarda çözünen ve kalıcılık özelliği olan maddelerdir. Bu farklı izomerler içerisinde en geniş çaplı olarak araştırılıp ele alınanı 2,3,7 ,8-tetraklorodibenzo-p-dioksin (TCDD)’dir.

Ne dioksinler ne de furanlar ticari olarak üretilmektedir ve bilinen hiçbir kullanım alanları yoktur. Bu kimyasallar başka kimyasalların sentezi esnasında yan ürün olarak ortaya çıkarlar ve genellikle doğrudan havaya karışırlar ya da son ürüne karışan kirlilik olarak ortaya çıkarlar. Dioksinler genellikle pestisitlerin ya da başka klorlu bileşiklerin üretimi esnasında, furanlar ise Poliklorlu Bifenillerin üretimi esnasında ortaya çıkarlar. Ortaya çıktıkları reaksiyonlar genellikle yakma ya da yanma reaksiyonlarıdır.

Dioksin ve furanların büyük çoğunluğu, hastane, evsel ya da tehlikeli atıkların yanması, oto emisyonları veya odun kömür yanması sonucu çıkan emisyonlarda tespit edilmiştir (WHO, 1989c). 210 farklı dioksin ve furan çeşidi içerisinde en tehlikeli olanları 17 adedidir.

Uluslararası Toksisite Eşdeğerlik Faktörleri (TEF), her bir dioksin ve furan için en toksik dioksin olan 2,3,7,8- TCDD’in toksisitesi referans alınarak verimiştir. Örneğin, 2,3,7,8- TCDF yapılan hayvan deneylerine göre, 2,3,7,8- TCDD’ten onda bir oranında daha az toksik olduğu tespit edilmiştir ve toksik eşdeğerliliği 0,1 olarak tespit edilmiştir (Environment Canada, 1993a).  TEF değerleri gerçek toksisite değerlerini ifade etmemekle birlikte karışımların toksisiteleri hakkında bir çıkarım yapabilmek için hesaplanmıştır.

  • Poliklorlu Dibenzo-P-Dioksin ve Furanlar Toksikolojisi

Dioksinle ilgili şimdiye kadar insanlar üzerinde en bilinen kalıcı etki klor aknedir (WHO, 1989c). Diğer sağlık etkileri ise, ikincil nöropati, bitkinlik, depresyon, kişilik değişikliği, hepatit, akciğer büyümesi ve düzensiz enzim seviyesidir, ancak bunlarda doğrudan etkili olduğuna dair kesin kanıtlar yoktur (Fingerhut, 1991a).

2,3,7,8- TCDD’ye maruz kalmış yaklaşık 1500 işçi arasında yapılan bir çalışmaya göre, direkt olarak TCDD’ye bağlı bir ölüm vakasına rastlamasalarda, yumuşak doku ve akciğer kanserinden kaynaklanan ölümlerin arttığını tespit etmişlerdir. Çalışmanın sonucunda kanser oranlarında her ne kadar artış gözlemlense de bunun sigaradan ya da başka mesleki maruziyetlerden de kaynaklanabileceğini ihmal etmemek gerekir (Fingerhut, 1991b). İtalya’nın Seveso[5] bölgesinde gerçekleşen bir kaza sonucu 2,3,7,8- TCDD, “seveso dioksin” olarak da kabul edilmiş ve bu konuda birçok çalışma gerçekleştirilmiştir.

Konuyla ilgili yapılan ilk çalışmada, 1977-1986 yılları arasında seveso kazasının gerçekleştiği bölgede yaşamış, 0-19 yaşlarındaki denek grupta, iki kişide rahim kanseri, bir kişide rahim kanseri ve bir kişide de troid kanseri gözlemlenmiştir (Pesatori, 1993). Yapılan ikinci çalışmada ise, yukarıda bahsedilen grup üzerinde ölüm oranlarına bakılmıştır. Ancak, ölüm oranlarında tahmin edildiği gibi bir artış gözlemlenmiştir (Bertazzi, 1992).

Furanların, insanlar üzerinde direkt maruziyeti çok yüksek dozda PCDF ile Japonya ve Tayvan’da iki olayda mısır yağından maruziyette gözlemlenmiştir. Bu olaylar sonucunda, beklenen etkilerin birçoğu gözlemlenmiştir fakat, bunun sebebi çok yüksek dozda olmasından kaynaklanabilir.

Dioksin ve furanların büyük çoğunluğu, hastane, evsel ya da tehlikeli atıkların yanması, oto emisyonları veya odun kömür yanması sonucu çıkan emisyonlarda tespit edilmiştir (WHO, 1989c).

  • Poliklorlu Dibenzo-P-Dioksin ve FuranlarMaruziyeti

Birçok organoklorinler gibi dioksin ve furanların da ana maruziyet kaynağı hayvansal kaynaklı yiyeceklerdir. Amerika’da yiyeceklerde dioksin ve furan miktarı üzerine yapılan bir araştırmaya göre, balıklardaki miktarları 0.42 ile 3.42 ppt arasında, etteki miktarları 0.8 ile 61.8 ppt arasında, günlük yiyeceklerde ise 0.9 ile 19 ppt arasında değişmektedir (Schecter, 1994). Yetişkinler için tahmin edilen günlük alım miktarı 0.3 ile 3.0 pg TEQS/kg vücut ağırlığı arasında, emzirme çağındaki bebeklerdeki miktar ise 35.3 ile 52.6 pg TEQS/kg vücut ağırlığı arasındadır.

  • Endrin
    • Endrin Kimyası

Endrin, dieldrinin endo stereo izomeri olup ilk kez 1952 yılında Amerika’da kullanılmak üzere kayıt ettirilmiştir (Smith, 1991). Teknik endrin’in minimum %92 saflıkta olması gerekmektedir (WHO, 1992a). Endrin hayvanlar tarafından çok hızlı bir şekilde sindirilebilmektedir ve benzer yapıdaki diğer maddeler gibi yağda birikim yapmamaktadır. Endrin, buharlaşma ile atmosfere karışmaktadır ve ayrıca topraktan ayrışmasıyla yüzey sularını kontamine etmektedir (WHO, 1992a).

Endrin, heksaklorosiklopentadien’in vinil klorit ile yoğunlaştırılmasından elde edilen ürünün dehidroklorinasyonundan ve sonucundaki maddenin de siklopentadienle izodrin oluşturmak üzere reaksiyona sokulmasından elde edilir. Endrin, genellikle yün ve hububat ürünlerinden oluşan tarımsal faaliyetlerde insektisit olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda sıçan ve tarla faresi gibi zararlılarla mücadelede kemirgen öldürücü olarak kullanılmaktadır (Smith, 1991).

  • Kimyasal özellikleri
  • Endrin Toksikolojisi

Endrin insanlar için toksik bir madde olup öldürücü dozu 6 g, yaklaşık olarak 100 mg/kg vücut ağırlığı olarak tespit edilmiştir (Reddy, 1966). Endrinin tespit edilen maruziyet ve zehirlenme belirtileri, yorgunluk, ayaklarda halsizlik, rahatsızlık ve kusma olmayan mide bulantılarıdır. Ancak, aşırı miktarda maruz kalınması durumunda ise çok uzun süreli epilepsi benzeri nöbetler ve devamında koma durumu oluşabilmektedir (Smith, 1991).

Hollanda’da 241 işçinin çalıştığı aldrin, dieldrin ve endrin üretimi yapan bir fabrikada işçiler üzerinde yapılan bir çalışmada, kan testlerine göre, işçilerin kanlarında normal şartlarda endrine rastlanmamıştır, fakat kaza sonucu, akut olarak ya da aşırı maruziyet olması durumlarında kanların endrine rastlanmıştır (Versteeg ve Jager, 1973). Benzer bir çalışmada işçiler üzerinde daha geniş kapsamlı bir analiz yapılmış olup akciğer fonsiyonları, kan yapısı, ürin analizi, hassaslık oluşumu ve hastalıklara yakalanma oranları test edilmiş ve endrin üretiminde çalışan işçiler ile diğer işçiler arasında benzer sonuçlar elde edilmiştir (Hayes and Curley, 1968).

Endrin gibi diğer organoklorinler de antikorların ve bağışıklık sistemi sinyallerinin iletimini kısıtlama gibi bağışıklık sistemine karşı zararlı etkiler gösterebilmektedir. Maruziyet gösteren populasyonlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, halojenli aromatik hidtokarbonlar bağışıklık sistemi üzerinde ölçülebebilecek büyüklükte tahrifatlara neden olmaktadırlar (Holsapple, 1991).

Ayrıca endrin gibi siklodienlerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkilerinin olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur (Exon, 1987). DDE gibi bazı organoklorinler ise, östrojenik etki gösterebilmektedir ve östrojenik etki bazı araştırmacılara göre, pozitif göğüs kanserinde rol sahibi olabilmektedir (Wolff, 1993).

Ancak bazı araştırmacılar ise DDT ve türevleri için böyle bir etkinin olmadığını iddia etmektedirler (Krieger, 1994). Halojenli aromatik hidtokarbonların aynı zamanda endokrin ve üreme sistemleri üzerinde de etkileri olduğu bilinmektedir (Peterson, 1992; Gray, 1992; Thomas ve Colborn, 1992). Bunun yanında, endrinin kendisinin bu tür etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, benzer kimyasal yapıda olmaları nedeniyle bilim adamları tarafından bu tür etkileri olabileceğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.

  • Endrin Maruziyeti

Birçok organoklorinler gibi endrinin de ana maruziyet kaynağı yeceklerdeki kalıntılar olup günlük maruziyetler genellikle Pestisit Kalıntılarına İlişkin FAO ve WHO Ortak Toplantısı’nda tavsiye edilen 0.002 mg/kg vücut ağırlığı değerinin altındadır. Ayrıca, son yapılan gıda araştırmalarında endrine yer verilmediği için endrin için bir izleme verisi mevcut değildir.

  • Heksaklorobenzen (HCB)
    • Heksaklorobenzen Kimyası

Heksaklorobenzen (HCB), ilk kez 1945’te genellikle buğday gibi tarımsal ürünlerin tohumlarının kontrolünde mantarla mücadele amacıyla kullanılmıştır (Edwards, 1991). HCB, aynı zamanda, karbon tetraklorid, perkloroetilen, trikloroetilen ve pentaklorobenzen gibi endüstriyel kimyasalların üretiminde ara ürün olarak da ortaya çıkabilmektedir. Ayrıca birçok pestisit içerinde kirletici madde olarak da bulunabilmektedir (Tobin, 1986).

HCB’nin suda çözünürlüğü çok düşük olmakla birlikte, organik solventlerde çözünürlüğü çok yüksektir. Ayrıca, HCB yarı-uçucudur ve sonuç itibariyle atmosfere karışması kaçınılmazdır. Her türlü çevrede bulunabilen DDT’ye buzullarda dahi rastlamak mümkündür.

  • Heksaklorobenzen Toksikolojisi

HCB’nin insanlar üzerindeki etkilerine ilişkin en ciddi örnek, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 1954-1959 yılları arasında buğday tohumlarının HCB ile kirlenmesi sonucu oluşan maruziyettir. Bu maruziyette yaklaşık 3000-4000 civarındaki kişi bu tohumlardan yemek suretiyle bu maddeye maruz kalmışlardır. Laboratuar hayvanlarında, HCB akciğerdeki bazı enzimlerin aktivitelerini düşürmek suretiyle etki göstermektedir. Bu etki insanlar üzerinde kanıtlanmamış olsada insanlarda da benzer enzimatik etkiye sahip olduğuna dair ciddi kanıtlar bulunmuştur (Elder, 1986).

Kirlenmiş tahıl ürünlerini tüketen hastalar üzerinde yapılan araştırmalara göre, HCB maruziyetinde, ışığa duyarlı deri yaralanmaları, hiperpigmentasyon, hirsutizm, sancı, halsizlik ve takatsizliktir. Ayrıca ölüm oranı da %14 civarındadır. Bunun yanında, hamile ya da yeni doğum yapmış anneler, bu yedikleri tahıllardan aldıkları HCB’leri plasenta yoluyla ya da anne sütü yoluyla çocuklarına aktarmışlardır (Peters, 1986). HCB’nin aktarıldığı ve “pembe yara” olarak literatüre geçmiş olan yeni doğan çocuklarda %95 oranında ölüm saptanmıştır.

  • Heksaklorobenzen Maruziyeti

HCB her yerde bulunabilen bir madde olup her türlü gıda maddesinde HCB kalıntılarına rastlanabilmektedir. İspanya’da 1989-91 yılların arasında et örneklerinde yapılan bir çalışmada, HCB bütün numunelerde rastlanılan iki KOK’tan birisi olmuştur. Ayrıca, HCB yapılan çeşitli çalışmalarda da gözlemlenebilir değerlerde bulunmuş olup, bu değerler günlük limit değerlere yakın bulunmuştur (Kannan, 1992a-b).

  • Heptaklor
    • Heptaklor Kimyası

Heptaklor ilk defa 1946 yılında klordan’dan izole edilmiş olup, ticari olarak ilk kez 1950 yılında Amerika’da böcek öldürücü olarak üretilmiştir. Teknik heptaklor yaklaşık olarak %72 heptaklor ve %20si klordandan oluşacak şekilde %28 oranında da ilgili maddeleri içermektedir (IARC, 1991a).

Heptaklorun suda çözünürlüğü çok düşük olmakla birlikte, organik solventlerde çözünürlüğü çok yüksektir. Ayrıca, heptaklor yarı-uçucudur ve sonuç itibariyle atmosfere karışması kaçınılmazdır. Heptaklor, hayvanlarda heptaklor epoksit olarak metabolize edilir ve bu epoksit de heptaklorla aynı toksisiteye sahip olup aynı şekilde yağ dokuda birikim yapmaktadır.

Heptaklorun sentezi klordan ile aynı olup mideye indiği an ya da temas edildiği an etkisini gösteren toprak zararlıları ile termitle mücadelede kullanılan bir kimyasal maddedir. Ayrıca, çok nadir de olsa sıtma ile mücadele amaçlı da kullanılmıştır (WHO, 1984b).

  • Heptaklor Toksikolojisi

Heptaklorla ilgili olarak, herhangi bir aşırı maruziyet ya da kaza bilgisi mevcut değildir. Hayvanlar üzerindeki maruziyet durumunda ise titreme ve sarsıntı etkisi görülmüştür (Montgomery, 1993). Ayrıca, heptaklor ve endrin üretiminde çalışan işçiler üzerinde yapılan bir araştırmaya göre işçilerde pankreas kanseri oranında artış gözlemlenmiştir (Brown, 1992).

Heptalor gibi diğer organoklorinler de antikorların ve bağışıklık sistemi sinyallerinin iletimini kısıtlama gibi bağışıklık sistemine karşı zararlı etkiler gösterebilmektedir. Maruziyet gösteren populasyonlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, halojenli aromatik hidtokarbonlar bağışıklık sistemi üzerinde ölçülebebilecek büyüklükte tahrifatlara neden olmaktadırlar (Holsapple, 1991).

Ayrıca, heptaklor gibi siklodienlerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkilerinin olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur (Exon, 1987). DDE gibi bazı organoklorinler ise, östrojenik etki gösterebilmektedir ve östrojenik etki bazı araştırmacılara göre, pozitif göğüs kanserinde rol sahibi olabilmektedir (Wolff, 1993).

Ancak bazı araştırmacılar ise DDT ve türevleri için böyle bir etkinin olmadığını iddia etmektedirler (Krieger, 1994). Halojenli aromatik hidtokarbonların aynı zamanda endokrin ve üreme sistemleri üzerinde de etkileri olduğu bilinmektedir (Peterson, 1992; Gray, 1992; Thomas ve Colborn, 1992).

Bunun yanında, heptaklorun kendisinin bu tür etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, benzer kimyasal yapıda olmaları nedeniyle bilim adamları tarafından bu tür etkileri olabileceğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.

  • Heptaklor Maruziyeti

Heptaklor için ana maruziyet kaynağı gıda maddeleri olup, Amerika ve Kanada’daki büyük baş hayvanların kanlarında tespit edilmiştir (Corrigan ve Seneviratna, 1990). Bütün bu çalışmalarda heptaklor organoklorinler içerinde ençok tespit edilen madde olmuştur.

  • Mireks
    • Mireks Kimyası

Mireks ilk kez 1946 yılında sentezlenmesine karşın ticari olarak ilk kez pestisit olarak 1959 yılında kullanılmıştır (Smith, 1991). Teknik mireks, %95,12 mireks ve %2.58 klordekon içermektedir. Mireks bozunmaya karşı çok dayanıklıdır bu sebeple biyobirikim ve besin zincirinde üst sıralara kadar yükselme yapabilir. Ayrıca, düşük suda çözünürlüğü olması nedeniyle, sucul sedimentlerde de birikim yapabilirler.

Mireks, mideden etki gösteren bir böcek öldürücü olup ana kullanım yeri, ateş böcekleri, yaprak kesicilerle mücadele, hasat termitleri ile mücadeledir. Bunlardan ayrı olarak plastik, sünger ve elektrik ekipmanları için yanmayı engelleyici madde üretiminde kullanılmıştır (Merck, 1991).

  • Toksikolojisi

Mireks maruziyetine bağlı olarak meydana gelmiş olan herhangi bir insan maruziyeti raporuna rastlanamamıştır.

Mireks gibi diğer organoklorinler de antikorların ve bağışıklık sistemi sinyallerinin iletimini kısıtlama gibi bağışıklık sistemine karşı zararlı etkiler gösterebilmektedir. Maruziyet gösteren populasyonlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, halojenli aromatik hidtokarbonlar bağışıklık sistemi üzerinde ölçülebebilecek büyüklükte tahrifatlara neden olmaktadırlar (Holsapple, 1991). Ayrıca, mireks gibi siklodienlerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkilerinin olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur (Exon, 1987). DDE gibi bazı organoklorinler ise, östrojenik etki gösterebilmektedir ve östrojenik etki bazı araştırmacılara göre, pozitif göğüs kanserinde rol sahibi olabilmektedir (Wolff, 1993).

Ancak bazı araştırmacılar ise DDT ve türevleri için böyle bir etkinin olmadığını iddia etmektedirler (Krieger, 1994). Halojenli aromatik hidtokarbonların aynı zamanda endokrin ve üreme sistemleri üzerinde de etkileri olduğu bilinmektedir (Peterson, 1992; Gray, 1992; Thomas ve Colborn, 1992). Bunun yanında, mireksin kendisinin bu tür etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, benzer kimyasal yapıda olmaları nedeniyle bilim adamları tarafından bu tür etkileri olabileceğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.

  • Mireks Maruziyeti

Mireks için ana maruziyet kaynağı et, balık, av ürünleri gibi gıda maddeleri olup, elde edilen değerler tolare edilebilir limit değerlerin altında çıkmıştır (WHO, 1984c).

  • Poliklorlu Bifeniller
    • Poliklorlu BifenillerKimyası

Poliklorlu bifeniller (PCB), klorlu hidrokarbon karışımlarından oluşmakta olup, 1930lardan itibaren, transformatör ve kapasitörlerde iletken sıvı madde olarak, ısı iletken madde olarak, boya sanayinde ve karbonsuz kopya kâğıdı üretimi gibi birçok sanayi alanında kullanılmıştır. PCB’lerin birçok alanda kullanılmasının sebebi bu maddelerin kimyasal olarak inert olması, ısıya dayanıklılığı, alev almama özelliği, düşük buhar basıncı ve yüksek dielektrik sabitine sahip olmasıdır (WHO, 1993).

PCB’ler tek klorlu izomerinden 10 klorlusuna kadar toplam 209 farklı izomer çeşidine sahiptir. PCB’lerin klor sayılarındaki artışla birlikte, suda çözünme miktarında ve   buhar basıncında azalma gözlenmektedir. Ayrıca, PCB’ler suda çözünmüş halde bulunmak yerine, topraktaki, biyolojik dokulardaki ve sedimentlerdeki organik yapılarda yer almayı tercih ederler. Ayrıca, düşük buhar basınçları nedeniyle su yüzeylerinden kolayca buharlaşıp atmosfere karışabilmektedirler. Bu nedenler de PCB’lerin doğadaki dağılımı bu yolla gerçekleşmektedir (Delzell, 1994).

  • Poliklorlu BifenillerToksikolojisi

PCB ve benzer maddelerin insanlar, hayvanlar ve yabani hayat üzerinde etkileri konusunda birçok bilgi mevcuttur. Ancak, PCB’lerin toksisite değerlerinin değerlendirilmesi biraz karmaşık bir durumdur çünkü yapılan çalışmalarda hem karışımları hem de benzer madde grupları kullanılmıştır. Bu sebeple de toksisite değerlerinin hesaplanması çok güç bir hal almıştır. Ancak bilinen bir şey vardır ki, PCBlerin toksisite değerlerini, sahip oldukları klor atomu sayıları ve bu atomlarun halkalı yapı içerisindeki yerleri belirlemektedir.

Yüksek değerde PCB maruziyetinin etkilerinin incelenmesinde pirinç üretimi esnasında meydana gelen ve pirinç yağının PCB ile kirlenmesiyle sonuçlanan iki önemli kazanın etkisi olmuştur. 1968’de meydana gelen kaza sonucunda, meydana gelen maruziyetlerde, maruziyetin olduğuna nadir belirtiler, gözyaşı bezlerinde büyüme ve fazla salgılama, istemsiz gözyaşı dökme, tırnakların ve mukoza zarlarının renklenmesi ve devamında da halsizlik, mide bulantısı ve kusma olarak sıralanabilir. Ayrıca ileri safhalarda ise, deri kararması, akne benzeri deri üstü oluşumlar ve hiperkeratosiz gözlemlenmiştir (Goto and Higuchi, 1969; Okumura and Katsuki, 1969).

Bu belirtilerin benzerleri 1979 yılında Tayvan’da gene pirinç yağının PCB ile kirlenmesi sonucunda meydana gelen kazada da gözlemlenmiştir. 1978 ile 1985 yılları arasında doğan çocuklarda da bu belirtiler sıkça gözlemlenmiş olup bunların yanında çocuklarda 7 yaşına kadar davranış bozuklukları, tırnak ve dişleride deformasyonlar ve yüksek aktiflik seviyesi de gözlemlenmiştir (Rogan, 1988; Gladen, 1990; Chen, 1992; Hsu, 1994). Ayrıca bunlara benzer birçok çalışmaya literatürde rastlanmıştır.

  • Poliklorlu Bifeniller Maruziyeti

Mireks için ana maruziyet kaynağı özellikle balık olmak üzere gıda maddeleri olup, bunların yanında tahıllarda ve bitkisel yaplarda da mevcuttur.

  • Toksafen
    • Toksafen Kimyası

Toksafen 1949 yılından beri kullanılan ve Amerika’da 1975 yılına kadar en çok kullanılan böcek öldürü olarak bilinmektedir. Toksafen, %67-69 arası klor içeren klorlu neft yağlarından oluşan bir karışım olup çam reçinelerinin klorlanmasıyla elde edilir. Suda çözünürlüğü çok düşük olan bu maddenin, topraktaki tahmini yarı ömrü 12 yıldır.

Toksafen herhangi bir sistemle kullanılmayan ve dokunduğu an etki gösteren bir böcek öldürü olup, tahıl ürünleri, pamuk, meyveler, yemişler ve sebzeler için kullanılmıştır (WHO, 1984d).

  • Toksafen Toksikolojisi

Akut toksafen maruziyetine bağlı olarak meydana gelen semptomler, mide bulantısı, zihinsel karışıklık, omuz ve bacak gerilmeleri ve havale olarak sıralanabilir (Smith, 1991).

Toksafen gibi diğer organoklorinler de antikorların ve bağışıklık sistemi sinyallerinin iletimini kısıtlama gibi bağışıklık sistemine karşı zararlı etkiler gösterebilmektedir. Maruziyet gösteren populasyonlar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar göstermektedir ki, halojenli aromatik hidtokarbonlar bağışıklık sistemi üzerinde ölçülebebilecek büyüklükte tahrifatlara neden olmaktadırlar (Holsapple, 1991).

Ayrıca, toksafen gibi siklodienlerinde bağışıklık sistemi üzerinde etkilerinin olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur (Exon, 1987). DDE gibi bazı organoklorinler ise, östrojenik etki gösterebilmektedir ve östrojenik etki bazı araştırmacılara göre, pozitif göğüs kanserinde rol sahibi olabilmektedir (Wolff, 1993).

Bunun yanında, toksafenin kendisinin bu tür etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, benzer kimyasal yapıda olmaları nedeniyle bilim adamları tarafından bu tür etkileri olabileceğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.

  • Toksafen Maruziyeti

Toksafeb için ana maruziyet kaynağı genellikle gıda maddeleri olup, elde edilen değerler tolare edilebilir limit değerlerin altında çıkmıştır (WHO, 1984c).

  1. ARAŞTIRMA
    • Araştırmanın Amacı ve Önemi

Bu çalışma ile, kalıcı organik kirleticilerin insan sağlığı ve çevreye olan etkilerinin ve bu kimyasalların etkin yönetimine ilişkin küresel düzeyde ve ülkemizde yapılan uygulamalarının detaylı bir şekilde ele alınması amaçlanmıştır. Çalışmanın birinci kısmında, küresel düzeyde ele alınan bazı KOK’ların, fizikokimyasal, toksikolojik etkileri ve kullanım alanlarına ilişkin mevcut bilgilerin derlenmesi; ikinci kısmında ise bu kimyasalların etkin yönetimine ilişkin küresel düzeyde, AB tarafından ve ülkemizde yapılan uygulamaların bir araya getirilmesi amaçlanmaktadır.

  • Araştırmanın Kapsamı ve Sınırlılıkları

Araştırma Bilinen 12 Kalıcı Organik Kirleticinin açıklanması kapsamında olup yeni oluşan KOK’ları kapsamamaktadır,yeni KOK’lar ayrı bir çalışma konusu olacaktır.Kapsamın 12 KOK’la sınırlı kalmasının temel sebebi bu Kimyasallarla ilgili yeterli birlgiye sahip olunmasıdır.Stockholm Sözleşmesinin de 2025 yılında sona erecek olmasından dolayı çalışma  temel problemlerin ortadan kaldırılması kapsamında değerlendirilmiştir.

  • Araştırma Süreci

Araştırma süreci Stockholm sözleşmesinin Türkiye tarafından kabul edilmesinin ardından yapılan çalışmaları kapsamaktadır. Zira öncesinde Türki’de KOK’larla ilgili hem kısıtlı bilgi hem de nasıl kontrol altına alınacağı hakkında bilgi bulunmamaktaydı.Sözleşmenin 2025 yılında bitecek olması nedeniyle Türkiye’nin süreçte geç kalmadan aksiyon alması gerekmekte ve bu durum gözönüne alınarak çalışmalar başlatılmıştır.

SONUÇ

KOKlar, kullanıldıkları bölgelerde buharlaşan ve atmosferde uzun mesafeler boyunca taşınabilen yarı uçucu kimyasal maddelerdir. Bu maddeler ayrıca suyollarına doğrudan doğruya deşarj edilmekte veya atmosfer aracılığıyla sulara karışmakta, tatlı ve tuzlu suların hareketi ile (yer altı sularında dahi) taşınmaktadırlar. Sonuç olarak, KOKlar dünya üzerinde hiç kullanılmadıkları, yerleşim bulunmayan ve insanlara çok uzak bölgeler dahil oldukça yaygın bir dağılım göstermektedir.

KOKlar, hava ve suda düşük düzeylerde bulundukları için, insanlar açısından doğrudan maruziyetten ziyade, bu maddelerin organizmalarda biyolojik birikim yapabilme yetileri asıl kaygı uyandıran husus olmaktadır. KOKlar organizmaların yağ içeren dokularında birikim yapma ve karasal ve sudaki besin zincirleri boyunca aktarılma eğilimine sahip olmaları nedeniyle KOKlar, çevre ve insan sağlığı açısından küresel bir sorun niteliğini taşımaktadır. İnsan sağlığı açısından en temel kaygı, KOKlara ceninin gelişme sürecinde maruz kalınmasından kaynaklanan etkilerdir. POP’ler, dünyanın pek çok yöresinde anne sütlerinde tespit edilmiştir.

Bu bağlamda hem küresel düzeyde hem bölgesel düzeyde, hem de ulusal düzeyde bu maddelerin yeryüzünden silinmesi amacıyla bir takım önlemler alınmıştır. Bu önlemlerin daha tutarlı ve daha hızlı ilerleyebilmesi amacıyla yukarıda bahsi geçen Kalıcı Organik Kirleticilere İlişkin Stockholm Sözleşmesi Sekretaryası, Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulmuş ve yürürlüğe konmuştur.

Stockholm Sözleşmesi kapsamında 2004 yılından günümüze kadar, birçok faaliyet yürütülmüş ve desteklenmiştir. Bu faaliyetlerin amacı, KOK maruziyetini ortadan kaldırmak ya da kaldırılamadığı durumlarda ise maruziyeti en aza indirmektir.

Türkiye’de bu 12 KOK için bir hareket planı çıkarılmış ve herbir konu için farklı aksiyonlar alınmıştır. Örneğin PCB için Çevre Bakanlığı ve Özel Sektörden bir firma ile Avrupa’da da yaygın olarak kullanılan Dehalojenasyon metoduyla PCB li Trafoların PCB oranlarını 50 ppm altına indirirecek ve 2025 yılına kadar da Türkiye’deki tüm PCB’li trafoların temizlenmesi için envanter çıkarılmıştır.

Yine Türkiye’de yıllardır sorun olan Pestisit atığı için de önlemler kalıcı bir şekilde alınmış ve temizliği için çalışmalara başlanmıştır. Pestisitler için İzaydaş Avrupa Normlarında yakma denemesi gerçekleştirmiş ve Uluslararası seviyede tanınacak sertifikasyonları da almaya hak kazanmıştır. Bu sayede bundan sonraki süreçte sürdürülebilir bir şekilde yakma işlemine tabi tutulacaktır bu sayede Türkiye’de yaşayan insanların da Pestisit atıklarından kanser olma riski ortadan kalkacaktır.

Sonuç olarak bu Kanser yapıcı kimyasalların Türkiye’de yaşayan halkın sağlığını tehdit etme durumları ortadan kaldırılmaya başlanmış ve 2025 yılına kadar da sonuç alacak planlamaları Çevre Şehircilik Bakanlığı, UNDP desteğiyle gerçekleştirmiştir.

Yine DDT konusunda hem akredite kuruluş izaydaşta uygun emisyonlarla yakma gerçekleştirilebilecek ayrıca üretiminde kanserojen etkiyi azaltmak için ciddi oranlar da seyreltmeye gidilmiştir.

Bu çalışmadaki amacım yıllardır sebebi belli olmayan kanser vakalarının bir kısmının kaynağı olan Kalıcı Organik Kirleticilere dikkat çekmektir.

 

Baldassarri LT, La Rocca C, Alivernini S, Lacovella N, Badiali M, Spera , Cornoldi A,
            Silvestroni L, Levels and profiles of organohalogen compounds (PCDDs, PCDFs, PCBs,
            DDE, DDT,DDD, HCB) in adipose tissues of Italian obese patients. Organohalogen
            Compounds 2002; 58,253–256.

Birleşmiş Milletler Geliştirme Programı, http://www.tr.undp.org/content/turkey/tr/home/
            operations/projects/environment_and_energy/pops-legacy-elimination-and-pops-release-
            reduction-project.html

Çevre Bakanlığı, http://www.csb.gov.tr/projeler/kimyasallar/index.php? Sayfa=sayfa &Tur=
            webmenu &Id=14713

UNEP Standardized Toolkit for Identification and Quantification of Dioxin and Furan Releases.
            Air, Water, Land, Products, Residues, Edition 2.1. UNEP Chemicals: Geneva December
            2005

WHO, International Agency For Research on Cancer, IARC Monographs on the Evaluation of
            carcinogenic Risks to Humans, overal Evaluations of Carcinogenicity: An Updating of
            IARC Monoghraps Volumes 1 to 42, Supplement 7 1987;.322.

Wittsiepe J, Schrey P, Lemm F, Eberwein G, Wilhelm M, et al. Polychlorinated dibenzo-p-
            dioxins/polychlorinated dibenzofurans (PCDD/Fs), polychlorinated biphenyls (PCBs),
            and organochlorine pesticides in human blood of pregnant women from Germany. J
            Toxicol Environ Health 2008; 71(11-12):703-9.

Kalıcı Organik Kirleticiler http://kalicikirleticiler.com/kalici-organik-kirleticiler/

[1] Stockholm Sözleşmesi kapsamındaki KOK’lar, aldrin, klordan, DDT, dieldrin, endrin, heptaklor, mireks, toksafen, heksaklorobenzen, poliklorinli bifeniller, dioksin ve furanlardır.

[2] Porfiri, diğer ismiyle porfirya, vücutta aşırı porfirin birikmesine bağlı olarak kanda, idrarda ve dışkıda fazla miktarda porfirin bulunmasıyla karakterize kalıtsal metabolik hastalıktır.

[3] Streptobacillus moniliformis’den ileri gelen polimorf eritem tipinde bir cilt erupsiyonu ile karakterize hastalıktır.

[4] 1,2,3,4,10,10-heksakloro-6, 7-epoksi-l,4,4a,5,6, 7 ,8,8a-oktahidro-endn-1 , 4-ekso- 5, 8-dimetanonaftalin adlı kimyasalın kısaltmasıdır.

[5] Bu bölgede gerçekleşen büyük bir endüstriyel kazadan sonra, uluslararası bir karar alınmış ve büyük endüstriyel kazalar konusunda uluslararası sözleşmeler imzalanmıştır.